Yeniçeri İlgası ’nun Yeniçeri İlgası, Osmanlı kanunnamelerine uygun olarak geliştiği vakitlerde devletin kurulma ve genişlemesinin başlıca amillerinden biri idi. Fakat on yedinci yüzyıldan başlayarak ocağın kanunnameleri bir tarafa bırakılmış ve yerine manasız gelenekler geçmiş; bu sebeple de yeniçeri ocağı devlet otoritesinin dayanağı olmaktan çıkmış, askeri ehemmiyetini kaybetmiş, savaşlarda gösterdikleri disiplinsizlik ve halka zülüm etmeleri ocağı yaka silktiren bir kurum haline getirmiş ve ocak devlet içindir prensibi yerine, devlet ocak içindir prensibi geçerli olmaya başlamıştı. Bu böyle olunca da devlet teşkilatında, yeniçeri ocağının desteği sağlanmadan hiçbir düzen kurma imkanı kalmamıştı. Bu düzeni değiştirme taraftarı olan bir çok padişah ve devlet adamı da bu uğurda ya mevkilerini yada başlarını kaybetmişlerdi. Yeniçerilerin İstanbul’da hükümete karşı yaptıkları isyanlarda, devletin eyaletlerdeki otoritesini de sarsmaktaydı. Hal böyle olunca da yeniçeri ocağının kaldırılması II. Mahmut’a nasip olmuştu. Bu seminerde konumuzla alakalı olan II. Mahmut’un reform politikası üzerinde de durulacaktır.
2. YENİÇERİ OCAĞININ KURULUŞU, BOZULMASI VE NEDENLERİ:
En salahiyetli bilginlerimiz Yeniçeri Ocağının kuruluşunu, Osmanlı Devleti'nin ilk elli yılı içinde Rumeli’nde süratle gelişen fütuhatın doğurduğu zaruret olarak gösterirler.
Yeniçeri Ocağı I. Murad zamanında Anadolu Selçukluları’ndaki hassa ordusu örnek alınarak kurulmuştu. Çandarlı Halil Paşa’nın teklifi ve Molla Rüstem’in yardımıyla teşkil edilen bu ordunun asker kaynağı Hristiyan asıllı esirlerdi. Acemi ocağı yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için kurulmuştu. İlk kurulduğu sıralarda yeniçeri ordusu bin kişilik bir kuvvetti ve zamanla sayıları arttı.
Savaşlarda alınan esirlerle ilgili pençik kanunu denilen bir kanun tanzim edildi. Pençik kanununa göre; her esir yüzyirmibeş akçe hesap edilecek ve yüzyirmibeş akçenin beşte biri, yirmibeş akçe orduya ödenecekti. Yada beş esirde bir esirin, asker edilmesi gerekecekti. Seferlerde ve akınlarda çok sayıda esir alındığından pençik oğlanları acemi ocağı için önemli bir kaynak teşkil ediyordu.
Devşirme usulünün Yıldırım Beyazıt zamanında ihdas edildiği iddia edilmektedir. Osmanlı Devleti devşirme usulünü sistemli hale getirip geniş çapta uygulamışlardır. Askere alınacak çocuklar, Osmanlı uyruğunda olan Hristiyan halktan alınacaktı. Çocuklar arasından 14-22 yaş arasındakiler tercih edilecekti. Evli ve ailenin tek erkek çocuğu alınmazdı. Kanun gereğince asil ailelerin çocukları tercih edilirdi. Bu çocuklar Türk ailelerin yanlarına verilerek İslamiyeti, Türkçe’yi, Türk örf ve adetlerini öğrendikten ve sünnet edildikten sonra acemi ocağına alınırdı. Burada belli bir süre eğitim gördükten sonra yeniçeri ocağına kayıt olurlardı. Bu devşirmelerin evlenmeleri ve askerlik sanatından başka bir işle meşgul olmaları yasaktı.
Devşirmeler son olarak yapılan elemeden sonra zeka testine tabi tutulurlar ve nitelikleri yüksek olanlar, saray ve saltanat hizmetine alınır; bir kısmı da yeniçeri ocaklarına asker olarak alınırdı.
Kapıkulu ordusunun en kalabalık grubunu oluşturan yeniçeriler, padişahın merkezi otoritesinin temelini teşkil etmişlerdir. Yeniçeri sayesinde padişah, uç beylerinin nüfuz ve otoritesini dengelemiştir. Ayrıca Avrupa’nın ilk daimi ordusu da yeniçerilerdir.
Yeniçeriler asıl olarak fetih yada "cihat" amacıyla değil, bir iç iktidar gücü olarak tasarlanmıştır. Osmanlı ordusunun seferlerdeki toplam asker sayısı içinde yeniçeriler hemen her zaman bir azınlık oluşturmuşlar, savaşlarda ise ordu çok baskı altında kalmadıkça cepheye sürülmemişler yada düşman öldürücü son bir darbeyle düşecek duruma geldiği zaman sürülmüşlerdir. Öte yandan içerideki ayaklanmaların bastırılmasında yeniçeriler hep asıl rolü oynamışlar ve devlet bu durumlarda onlardan başkasına nadiren güvenmiştir.
Yeniçeri ocağının komutanına Yeniçeri Ağası denirdi. Yeniçeri taburlarına orta denirdi. Yılda bir elbise ve üç ayda bir yevmiye hesabı üzerinden ulufe denen maaş alan yeniçeriler, kapıkulu ordusunun en itibarlı birlikleri arasında idi. Padişahın kendiside bir numaralı yeniçeri idi. Kendilerini Ali Osman tahtında oturan padişahın kulları bildiler ve kulluk ile övündüler.
16.asır ortalarına kadar geçici hadiseler istisnai olmak üzere yeniçeriler arasına I. Murad zamanında konmuş olan itaat-ı mutlaka usulü sayesinde disiplin bozulmamıştı. Ayrıca Kanuni’ye kadar padişahların ordularının başında bulunmaları ve en ufak yolsuzluklarına bile göz yummamaları yeniçeri ocağını devrin en modern, düzenli ordusu olarak gösteriyordu.
İstanbul’daki isyanların tamamı kapıkulu ordusu tarafından çıkarılmıştır. Bu isyanların sebebi devlet adamları arasındaki iktidar mücadeleleri ile ekonomik ve mali sebeplerden kaynaklanıyordu. Yeniçerilerin ilk isyanları Fatih zamanına kadar uzanır. Bu isyanın sebebi padişah ile veziriazam arasındaki mücadelesiydi. Fakat genç padişah, bu isyanı bastırdığı gibi, Çandarlı Halil Paşayı bertaraf ettikten sonra kapıkulu ordusunu devleti genişletmek ve merkezileştirmek için müessir bir şekilde kullandı. 15 ve 16.yüzyılda umumiyetle dirayetli padişahlar iş başına geldikleri için yeniçeriler isyan edememişlerdir.
Yeniçeri ocağının çözülmeye başlaması ise III. Murat döneminde başlar. Bu dönemde yeniçeriler arasında evlilerin sayısının arttığı, kışlalarında yatmak yerine evlerinde yattıkları ve askerlik dışı işlerle (ticaret ve esnaflık gibi) uğraştıkları görülmektedir. III. Murat zamanında, akçanın değerinin düşürülmesi üzerine, düşük ayarlı akça ile ulufe almak istemeyen kapıkulu askerleri isyan ettiler ve defterdar ile veziriazamın kellesini istediler. Ayaklanmayı bastırmak için istekleri yerine getirildi. Bundan sonra yeniçeriler, 17.yüzyıl boyunca veziriazamlığa ve hatta padişahlığa istediklerini getirmeye başladılar. Saraydaki çeşitli gruplar arasındaki iktidar mücadelesine alet oldular. Ayrıca III. Murat ocak kanununa zıt olarak dışarıdan bir takım sanatkarlarında yeniçerilerin arasına girmesine izin verdi. Böylece yeniçeri ocağının çevresi türlü sanat erbabının dükkanları ile doldu. Bu dönemde ocağa para ile yabancılarda girmeye başlamışlardı. Ocağa girebilmek için belirli bir süreyi geçirmeden alınan bu yabancılar, ocaktaki askerleri yavaş yavaş kendilerine uydurup, serkeşliğe sevk ediyorlardı. Herhangi bir sebeple ocaktan çıkarılanlarında sonradan ocağa alınmaları da yeniçerilerin kanunlarına vurulmuş olan önemli bir darbeydi. Kanuni’den sonra padişahların istirahatı sefer zorluğuna tercih etmeleri başkumandanlarını başlarında görmeyen askere ağır geliyordu. Padişahı zorla sefere götüren yeniçeriler ise eski disiplinli yeniçeri ordusu değildi.
Yeniçerilerin çıkardıkları isyanların en korkuncu II. Osman zamanında çıkmıştır. Genç Osman yeniçerilerin Lehistan seferindeki gayretsizliği üzerine Yeniçeri ocağını kaldırarak düzenli bir ordu kurmak ve devlete çeki düzen vermek niyetindeydi. Fakat fikirlerinin duyulması üzerine yeniçeriler isyan ettiler ve bu isyan Genç Osman’ın ölümüyle sonuçlandı. IV. Murat ve IV. Mehmet zamanında da yeniçerilerin isyanlarına tanık olmaktayız.
I. Mahmut zamanında esame denilen maaş kağıtlarının alınıp satılmasına izin verilmesiyle yanlış bir dönem başlamış oldu. Bu durum esnafın açıkgöz ve hali vakti yerinde olanlarının işine yaradı ve esame maaş olmaktan çıktı. Yeniçerilik ise artık askerlik değil; ulufe sahipliği demekti ve yeniçerilik yoksul halk tabakasının bir geçim kaynağı idi.
Yeniçeri ocağına mensup askerlerin bir çoğunun sefere gitmeyip kadıasker, vezir ve devlet görevlilerinin hizmetlerinde bulunup efendilerinin iltimasları sonucu bu askerlerin yevmiyelerine zam yapılması himayesiz olup düşman karşısında siperlerde hizmet eden yeniçerilerin gayretini kırıyordu.
Bu asker azlığı yani ismen mevcut, cismen namevcut askerin azlığı seferlerde yeniden yeniçeri yazmayı gerektiriyordu. Hazine bu yük karşısında maaşları düzenli olarak veremiyor ve gittikçe artan mali bunalımın önüne geçilemiyordu. Yolsuzlukların önüne geçilmek istendiği zaman esame alım satımıyla meşgul olup menfaatlerine zarar gelecek kişilerin tahrikleri kanlı olaylara neden oluyordu. 16.asırın son yarısında düzenli olarak ulufe verilmemesinden dolayı yeniçerilerin esnaflıkla meşgul oldukları görülmekteydi.
1560 yılından sonra İstanbul dışında, sancaklarda da yeniçeri garnizonları kuruldu. Böylece kapıkulu ordusunun nüfuz ve tesiri Anadolu’ya da yayılmış oldu. Dolayısıyla yeniçeriler eyaletlerde merkezi otoritenin ve asayişin sağlanmasında mühim bir fonksiyon ifa etti. Öte yandan yeniçeriler başkentte iktidarı tayin eden en başta gelen unsurdu. Fatih’in ölümünden sonra II. Beyazıt, I.Selim’in ve Yavuz’un tahta çıkmasını sağlamışlardır. Her saltanat değişikliğinde yeniçerilere dağıtılan cülus bahşişi de zamanla yozlaştı ve padişahlarla yeniçeriler arasında adeta bir pazarlık konusu haline geldi. Vergi toplamak ve devlet işlerini yürütmek gibi görevlerle de uğraşmaya ve vergiden muaf oldukları için de ticarete başlamışlardı. Zamanla eyaletlerdeki gelir kaynaklarına da el attılar ve iltizam işleri ile uğraştılar. 17.yüzyılda taşradaki yeniçerilerin zulmünden bıkan halk onlara karşı yer yer isyan etti. Böylece devletin kuruluşu ve gelişmesinde büyük rolü olan kul sistemi zamanla yozlaştı ve devlete hakim olmaya başladı.
17.yüzyıldan itibaren ocağın kanunnamelerinin bir tarafa bırakılıp yerlerine yeni geleneklerin alması yeniçeri ocağını devletin temel dayanağı olmaktan çıkarmıştı. Ocak devlet içindir prensibinin yerini devlet ocak içindir prensibi almıştı. Bundan dolayı da yeniçerilerin desteği alınmadan hiçbir konuda değişiklik yapabilme imkanı kalmamıştı. Ayrıca yeniçerilerin değişiklik yapmak isteyen devlet adamları ve padişahları görevlerinden etmeleri yada onları öldürmeleri ve ya istedikleri her şeyi çıkardıkları isyanlar sonucu devlete kabul ettirmeleri yeniçerilerin devlet yönetiminde ne derece etkili olduğunu göstermektedir.
İstanbul’da zaman zaman meydana gelen isyan hareketlerinde başlıca kuvvet olan yeniçerilerin savaşlarda gösterdikleri korkaklık, itaatsizlik ve gevşeklik ocağın kaldırılmasına kadar devam etmiştir.
Yalnız savaş zamanlarında toplanan bir asker haline gelen yeniçeriler, barış zamanında ise memleketin başına bela oluyorlardı. Artık devlet ocak için değil, adeta ocak devlet için anlayışı hakimdi.
Devşirmeci döneminde saraya bağlı ve kökenleri itibarı ile batıya ve batılılaşmaya yatkın olan yeniçeri ocağı 17.yüzyıldan itibaren devşirmeci sistemin terk edilmesi ile birlikte yerel halkla bütünleşip, sarata karşı ulemanın yanında yer alarak ve genel olarak batı karşıtı, tutucu ve yeniliği reddeden bir örgüt haline geldi. Tüm bunlara rağmen Osmanlı memleketlerine, devlet yönetimine dal budak sarmış olan yeniçeri ocağının düzeltilmesine kimse cesaret edemiyor, yarım yamalak bir takım uygulama, ferman ve emirlerle iş görülecek sanılıyordu. Bir devlette reform yapmak, var olan düzeni değiştirip yerine yenisinin getirmek çok zor bir işti. Bundan dolayıdır ki; reform yapmak isteyen padişahların bu uğurda canlarını kaybettiğini görüyoruz.
3. III.SELİM VE II.MAHMUT’UN REFORM POLİTİKALARI:
Osmanlı İmparatorluğu, Kanuni Sultan Süleyman’ın son yıllarından itibaren çökme devrine girmişti. Kanuni’den sonra gelen pek çok padişah ve devlet adamı devleti bu durumdan kurtarmak için çaba sarf ettiler. (Genç Osman, IV. Murat, ve Köprülü ailesi gibi) Ancak yapılan ıslahatlarda batı medeniyetinin tesiri yoktu. Islahat yapanların bir tek gayesi vardı: bozulan düzeni kuvvete dayanarak yeniden kurmak. Bu çalışmalar ıslahata giren kişilerin gösterdikleri şiddete derecesinde başarılı olmuş ve onların mukadderine bağlı kalmıştı. Nitekim ıslahatçılar öldükten sonra imparatorluk yeniden ıslaha gerekli duruma gelmişti.
Padişah III. Selim tahta çıktığı zaman birtakım ıslahat girişimlerin de bulunmuştur. Bu amacını gerçekleştirmek içinde devlet adamlarından ıslahata yönelik raporlar istemiştir. Bu raporlarda dikkati çeken ilk konu orduyla ilgili olan ıslahat fikirleri idi. Bu raporları dikkate alan III. Selim Avrupa usulünde bir ordu hazırlamaya başlamış, bu ordunun adına da Nizam-ı Cedit denmiştir. III. Selim’in yaptığı bu reform her bir yeniliğe karşı çıkan, devlete her konuda istediklerini yaptıran yeniçerilerin hiç hoşuna gitmemiş ve yeniçerilerin isyanı sonucu Nizam-ı Cedit ortadan kaldırılmış ve bu isyan III. Selim’in ölümüyle sonuçlanmıştır.
19. yüzyılın ilk yıllarında III. Selim’in Nizam-ı Cedit adıyla yapmak istediği ıslahat pek önemli idi. Şu halde II. Mahmut düzenine gelinceye kadar Osmanlı İmparatorluğu, Batı dünyasının tesirlerine kapılarını dereceli bir şekilde açmıştı. Bununla beraber Batı düşüncelerini benimseyenlerin sayısı çok azdı. Ulema sınıfı, devlet adamları ve asker ocakları, Batıdan gelen yeniliklere karşı düşmanlıklarını açıkça belli ediyorlardı. Halka gelince, menfaatını tartamayacak kadar cahil olduğundan, bazen lakayit, bazen de yenilik düşmanlarına taraf idi. Bu sebeple II. Mahmut düzeni büyük zorluklarla karşılaşmıştır. Bu zorlukları yenmek için padişah kuvvet kullanmak zorunda kalmıştır. II. Mahmut tarafından yapılan yeni düzen, padişah ile halk arasında yeni münasebetler kurmak gibi bir maksatla yapılmadı. Padişah devletin sarsılan otoritesini yeni tedbirler ve yeni kurallarla kuvvetlendirmek istedi. Fakat devletin dayandığı temeller önceki padişahlar döneminde nasılsa öyle kaldı. Batının kuralları ve kurumları padişah otoritesinin kesin ve tartışmasız yürütülmesine yardım eder düşüncesiyle alındı. II. Mahmut düzen çalışmalarında Batı düşüncesinin kendisi kadar açık gönül ile kabul etmiş yardımcılar bulamadığı için, ortaya bir ıslahat ekibi çıkaramadı. Padişahın düzen işlerini kendilerine emanet ettiği kimselerin çoğu muhafazacı idi. Sadrazam Hüsrev Paşa bunlardan biri idi. Hüsrev Paşa sadrazamlığı elden kaçırmamak için padişaha ıslahatçı görünmekte; fakat gerçekte Batılı düşüncelere düşman bulunmakta idi.
III. Selim’in öldürülmesinden sonra Alemdar Mustafa Paşa ve destekleyicileri amaçlarını gerçekleştirmek için tahta III. Selim’in amca oğlu II. Mahmut’u geçirmişlerdir. Selim’le birlikte sarayda kapalı kalmış bulunan şehzade Mahmut’un da onun reformcu fikirlerini büyük ölçüde paylaştığı biliniyordu. Sultan II. Mahmut, III. Selim’den daha başarılı ve güçlü bir reformcu olduğunu zamanla ortaya koydu ve III. Selim’in hatalarından ders çıkararak kendi reformlarına yön veren ilkeleri saptadı.
II. Mahmut’un reform hareketlerinin başarılı olabilmesi için reformların askeri alanda yapılan ıslahatlarla sınırlı kalmaması, tüm Osmanlı kurumlarını ve toplumunu kapsaması gerektiğini düşünüyordu. Reforma uğrayan kurumların düzenli bir şekilde çalışabilmesi ve eski kurumların bu işlerliği bozmaması için yerlerine geçtikleri kurumların ortadan kaldırılması gerektiğine inanıyordu. İşlerliğe başlanılmadan önce ise reformlar çok dikkatle planlanmalı ve gerekli destek sağlanmalıydı.
Reformlarında batı teknik ve kültürüne yönelme yolunu tutan II. Mahmut İslamlık Zihniyeti ile batılı düşünceyi bağdaştırma güçlüğü yüzünden özden çok, şekle önem verdi. Böyle olduğu için de düzeni, kendi yapısında yetersizdi. II. Mahmut’un ölümünden sonra Abdülmecid devrinde Tanzimat adıyla bir seri yenilik hareketlerine girişilmesi bunu açıkça ortaya koymaktadır. Islahatlarının bazı eksik ve olumsuz yanları olmasına rağmen II. Mahmut İzlediği reform politikası sayesinde, imparatorluğu yeni bir yapılanma süreci içerisine sokmuş ve imparatorluğu çağı geçmiş uygulamalardan ve kurumlardan arındırmayı başarmıştır.
4. YENİÇERİ İSYANI VE VAKA-İ HAYRİYE:
II. Mahmut ilk olarak orduyu düzene koymak istedi. Bu istek normaldi. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu'nun dış ve iç güvenliği sarsılmış bulunuyordu. 1768’den beri türlü devletlerle yapılan savaşlarda Osmanlı orduları arkası gelmeyen yenilgilere uğramış ve büyük toprak parçalarının düşman eline geçmesine engel olamamışlardı. Bundan başka, iç isyanları bastırmak hususunda acizleri de görülmüştü. İstanbul da yeniçerilerin türlü vesilelerle isyan çıkarıp hükümetin işlerine karışmaları da göz önünde tutulunca, askerlik alanında yeni bir düzen kurmanın doğrudan doğruya imparatorluğun mukadderi ile ilgili büyük ölçüde bir hareket olduğu anlaşılır.
Askerlik alanında ilk düzen çalışmaları II. Mahmut döneminin ilk yıllarında başlar ve Bayraktar Mustafa Paşa, III. Selim’in Nizam-ı Cedit’ine benzer bir Sekban-ı Cedit ocağı kurar. Bu ocağa tuğ, davul ve sancak verilerek bağımsız duruma getirilir. Bundan başka, yeniçeri ocağının düzenlenmesine de girişildi. Bu düzen için temel olarak Sultan Kanuni Süleyman kanunnameleri kabul edildi. Buna göre, fiilen askerlik yapmayan kimselerin ellerindeki yeniçerilik kağıtları (esame) alınacaktı. Yeniçeri esamesini muhafaza etmek isteyen yeniçeri ortalarına bağlı delikanlılar, Sekban-ı Cedit ve yahut kalyoncu ocaklarında askerliği öğrenecekler ve sonra sanatları ile uğraşabileceklerdi. Bayraktar’ın bu düzeni, yeniçerileri kuşkulandırdı ve memnunsuzluklarını dile getirmeye başladılar. Padişah, Bayraktar’ın bağımsız bir şekilde çalışmasından rahatsızlık duyduğu için yeniçerilerin bu hareketlerine göz yummuştur. Bayraktar’ın askerlik alanındaki düzeni, yeniçerilerin ayaklanması ve Bayraktar’ın öldürülmesi ile sona erdi.
Devletin kurumlarının düzene sokulması için büyük çaba harcayan II. Mahmut, radikal bir askeri reformun uygulanması konusunda kesin kararı 1825 yılında Mısır kuvvetlerinin Mora isyanını bastırmadaki rolü verdirir. İbrahim Paşanın talim görmüş askerinin bu başarısı, Sulatan Mahmut’un modern bir ordu kurmak tasarısının derhal gerçekleştirmesine amil oldu. Bu tasarıyı gerçekleştiremezse tahtını, hatta hayatını kaybetmesi işten bile değildi ama devletin bakası da bu meseledeki başarıya bağlı bulunuyordu. Yunan ihtilali ile başa çıkamayan bir askerin, her an yeniden patlaması muhtemel bir Rus savaşında ne yapabileceği, artık yalnız padişahı değil, bütün devlet erkanını ve bizzat yeniçeri generallerini düşündürür oldu. Yinede Sultan II. Mahmut yeniçeri ocağını kaldırmaktan çekiniyordu ve bu fikrini gerçekleştirmek için on sekiz yıl beklemiştir. Yeniçerileri ayan ordularına güvenerek değil, kendi kuracağı orduyla kaldırmayı düşlediği açıktı. Kapıkulu ocakları için hanedanın hiçbir kutsallığı kalmamıştı. Bu hükümdar ve de devlet ricali için kesin kararlar almalarını gerektiren bir ihtardı. II. Mahmut ilk anda kapıkulu askerine taviz vermiş görünüyordu ve yeni kurulan modern askeri birlikleri (Sekban-ı Cedit) lağvetti. On sekiz sene sonra yeniçeri ocağını ortadan kaldırmak için ulemanın ve İstanbul halkının desteğini elde edeceği uygun bir zamanı bekleyecektir.
Sekban-ı Cedit’in lağvedilmesinden sonra, yeniçeriler zorbalıklarını artırmışlardır. Kadın ve erkeklere sarkıntılık, birbirleriyle kavga, odaları arasında savaş, tüccar, esnaf ve amele kesime bağlama ve ye kazançlarına ortak olma, tüccar gemilerine balta asma gibi hareketlerine harpten kaçma, ağalarını öldürme, reayaya her türlü zulüm ve işkence yapma gibi zorbalıklar ekleniyordu. Devlete ve millete olmadık hainlikler yapan ve ancak kendi çıkarını düşünen bu kanun bilmez, hiçbir kanun tanımayan çeteleşmiş ocağın akıbeti üzerinde durmak sırası gelmişti. Halk, artık kendilerinden yaka silkmeye başlamıştı. Başta padişah olmak üzere devlet adamları, Yunan isyanlarındaki başarısızlıklarını görerek, bundan böyle imparatorluğun geleceği için kendilerine güvenilmeyeceğini anlamış bulunuyorlardı. Padişahın emri üzerine, devletin ileri gelenleri, uzun süren gelişmelerden sonra, Eşkinci adıyla talimli bir asker sınıfının kurulmasını kararlaştırdılar. Yeniçerilerin bu sınıfa karşı gelmeleri ihtimali vardı. Eskiden yeniçeri ağalığında bulunan, Boğazlar muhafızı ağa Hüseyin Paşanın tavsiyesi üzerine ocağın belli başlı şeflerinin para karşılığında Eşkinci sınıfı için eğilimleri sağlandı. 25 Mayıs 1826’da Şeyhülislamın evinde Sadrazam Mehmet Selim Paşa, Rumeli Kazaskeri, İstanbul müftüsü, sadaret Kethüdası, defterdar, darphane nazırı, Tophane nazırı, Yeniçeri ağası ve ocağın ileri gelenleri toplanarak imparatorluğun iç ve dış durumunu gözden geçirdikten sonra, talimli asker yetiştirilmesi yolunda fikir birliğine vardılar. Ulema fetva verdi. Yeniçeri ocağının dışında kurulan Eşkinci ocağı, Nizam-ı Cedid veya Sekban-ı Cedit gibi bağımsız bir kuruldu. Birkaç gün içinde bu kurula beş yüz kişi kayıt oldu. Talimler 12 Haziran 1826’da başladı.
Aynı gün İstanbul kahvelerinde talimlere karşı bir küfür propagandası başladı. Ulemanın fetvalarına rağmen yapılan iş, kafirleri taklit şeklinde sayıldı. Nizam-ı Cedid’in tekrar kurulmakta olduğu, yeniçeri ocağının kaldırılacağı sözleri çıkarıldı. Takriben bir ay sonra yeniçeriler kazanlarını Etmeydanı’na çıkardılar (15 Haziran 1826). Saraya ve yeni düzene karşı klasik ihtilal bir kez daha başlamış oldu. Asilerin taktiği, eski taktik idi. Münadiler çıkardılar. Bunlar, mahalle mahalle dolaşarak, sadrazamın, yeniçeri ağasının, Ağa Hüseyin Paşanın öldürüldüğünü ilan ve halkı Etmeydanı’na davet ettiler. Sucular, hamallar ve serseriler, her vakit olduğu gibi, kazanların etrafında ikinci bir halkayı kurmaya koşuştular. Yağma ve korkutma hareketleri derhal başladı. Sadrazam konağı ve Mısır paşası kethüdasının köşkü derhal yağma edilmiştir. Talim için fetva vermiş olan ulemaya tehditler ve hakaretler yağdırıldı.
Bu esnada sadrazam ve şeyhülislam ve diğer devlet adamları saraya koştular. II. Mahmut Topkapı Sarayına gelmiş, sadrazam, topçu, kumbaracı, arabacı ve tersane ocaklarına; şeyhülislam ise müderrislere, şeyhlere ve talebe-i ulemaya saraya gelmeleri için haber yollamışlardır.
Bütün bunlardan sonra peygamber sancağı padişah tarafından Hırka-i Şerif’den çıkartılarak Sultan Ahmet Cami-i Şerifi minberine konmak üzere şeyhülislama teslim edilmiştir. Bu büyük olay, münadilerle İstanbul’un dört bir tarafına yayınlandı. İslam olanlar Hırka-i Şerif’in altına davet edildi. Tüm İstanbul halkı Hırka-i Şerif’in altına koştu.
Bu toplanma olayı, halkta yeniçerilere karşı sönmez bir kin yaratmaya başlamıştı. Başkentte her türlü zorbalığı yapan bu kanun tanımaz çete, III. Selim’in ölümüne neden olmuş, Rus ve Yunan harbinde gösterdikleri başarısızlık devleti zor bir duruma sokmuştu. Topkapı’da toplanan devlete sadık asker ocakları ile halk ve devlet adamları, başta sancağ-ı şerif olduğu halde, tekbirlerle ve tehlillerle Sultan Ahmet Camiine geldiler. Burada asilere karşı yürüyüş planları düzenlendi.
Yeniçeriler 1807 ve 1808 isyanlarında yaptıkları gibi saldırıya geçecekleri yerde savunmada kalmışlardır; çünkü bu yeniçerilerin ummadıkları büyük bir saldırıydı. Kendilerine teslim olmaları teklif edilmiş; fakat yeniçerilerin bu teklifi reddetmesi üzerine kışlaları kuşatılmış, kapıları top ateşiyle yakılmıştı. Topçular et meydanına başlarında Karacehennem İbrahim Ağa ile birlikte girmişlerdi. Yeniçeriler canlarını kurtarmak için kaçışmaya başlamışlardı. Bu kısa savaş yeniçeri isyanına son vermiştir. Yüzyıllarca Osmanlı İmparatorluğu nun şan ve şevketini sağlamış olan, fakat sonunda bir çete şekline girerek devleti çıkmaza sokan yeniçeri ocağı bu suretle hatalarının ve kabahatlarının ağırlığı altında birkaç saat içinde ezilmiş oldu. Yeniçerilerin perişan edildiği haberi her tarafta sevinç ile karşılandı. II. Mahmut bir Hatt-ı Hümayun yayınlayarak yeniçerilerin devlete ve millete yaptıkları kötülükleri saydı ve ocağın kaldırıldığını belirtti.
Bundan böyle yeniçeri kelimesi bile telaffuz edilmeyecek, yeniçeriler lehinde söz söylemeye cüret edenler ağır cezalara çarptırılacaktı. Bu tedbirler yeniçeri ocağının tekrar ortaya çıkma ihtimalini azaltıyordu.
Yeniçeri ocağının ilgası, bütün Avrupa’da derin akisler yaptı. Gazeteler bu haberi manşetten verdiler. Kitaplar ve risaleler yayınlandı. İstanbul’daki elçiler, hükümdarları namına Sultan Mahmut’a tebriklerini sundular. Vaka-i Hayriye diye anılan Yeniçeri ve diğer Kapıkulu Ocaklarının İlgası, Türkiye Tarihinin büyük dönüm noktalarından biri, hatta modern devrin gerçek başlangıcıdır. 1839 Tanzimat’ı, hatta Cumhuriyet, Vaka-i Hayriye’nin bir neticesi şeklinde telakki edilebilir.
Yeniçeri ocağının kaldırılması imparatorluğun buhranlı zamanına rastlamıştı. Yunan isyanı hareketleri sürüp gidiyordu. Bu durum, yeni bir ordunun süratle kurulmasını gerekli kılıyordu. Eşkinci ocağı da yeniçeri ocağının bir parçası olduğu için onunla birlikte yok edilmişti. Yeniçeri ocağının kaldırılmasında çalışan devlet adamları, Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıyla, Avrupa usulünde bir ordunun kurulmasını sağladılar. Bu ordu, Avrupa usulünde düzenlendi. Tümen, tabur ve bölük bölümlerine ayrıldı. II. Mahmut askerlik alanında yeni düzeni sağlam temellere dayandırmak için bir tıp okulu ve yüksek harp okulu kurdurdu ve de Avrupa memleketlerine harp sanatını öğrenmek için öğrenciler gönderdi.
Vakai Hayriye ile Sultanın eyalet özerkliğini sona erdirme kampanyası ile başlamış olan hazırlık çalışması tamamlandı. Sultanın iktidarını kısıtlayanlar ortadan kaldırıldı ve Sultanın iradesine meydan okuyabilecek hiçbir grup kalmadı. Osmanlı Devleti tarihinin büyük dönüm noktalarından biri olan bu olay ile Osmanlı İmparatorluğu'nun batılılaşma süreci hızlanmıştır. Vakai Hayriye ile ilk kez eski bir kurumu ortadan kaldıracak reform yapılmış ve yeni kurumların artık çağı geçmiş uygulamalarla kösteklenmesine izin verilmedi.
5. YENİÇERİLERİN BEKTAŞİ TARİKATI İLE OLAN ALAKALARI:
Yeniçerilik’in sonradan Vaka-i Hayriye’de kader ortaklığı olacak Bektaşilikle, ne zaman iç içe girdiği, bu kaynaşmanın ne zaman olduğu tarihçilerimiz arasında sürekli ve muhtemelen de bitmeyecek bir tartışma konusudur. Osmanlı ülkelerinde yaşayan kültürlerden birinin etkisine kesinlikle girecek olan Yeniçerilik için, Bektaşilik çeşitli nedenlerle en çekici ve etkili seçenektir. Yeniçerilerin henüz kendi devşirme kökenlerini unutmadıkları, yeni gelen devşirmelerle sürekli yeniden hatırladıkları bu ilk ilişkiler döneminde, Bektaşiler, kökenleri olan hristiyanlığa, inançlarının yapısı gereği sevgi ve kardeşlikle yaklaşan, Hıristiyanlara gerek ulemanın ve gerekse Sünni tarikatların olduğundan daha fazla ilişkilere sahip bir tarikattı. Ayrıca Yeniçeriler uzun süren sefer ve savaşlarda oruç tutma, namaz kılma gibi günlük ortodoksi pratiklerinin uzağında kalmaya fazlasıyla alışıktırlar.
Yeniçerilik’i Bektaşiliğe yönelten asıl etmen; bir ayaklarıyla devlet içinde kalan ve daha uzun süre kalmaya devam edecek yeniçeriler, diğer ayaklarıyla da devlet dışı yaşamın içine hızla girmeye başlamışlar, yaşamlarını devletten maaş almanın dışındaki yollarla da kazanmayı öğrenmişler idi. Oysa Osmanlı toplumundaki tüm Sünni güçlerin devletin ayrılmaz bir parçası olan ilmiyye sınıfıyla yoğun ve güçlü ilişkileri vardır. Yeniçerilerin Sünniliğe yönelmesiyle, yeniçeriler ulemanın etki alanına girmiş ve ulemanın silahlı gücü haline gelmişlerdir. Yeniçerilerin giderek devletten kopma süreci, Bektaşilerle daha fazla bütünleşme ve ulemadan uzaklaşma sürecine dönüşmüştür.
Bir dizi kaynak yeniçeri Bektaşi ilişkilerini yeniçerilerin kuruluşuna kadar geri götürmektedir. Şevki Koca, Hacı Bektaşi Velinin, Sultan Orhan’la görüştüğünü, askerlere giriştikleri her savaşı kazanmaları için onlara kutsal kazan armağan etmiş, orduyu takdis ettikten sonra askerlere ak keçeden yapılmış börkleri ikiye katlayarak giydirmiştir ve yeni kurulan orduya, Yeniçeri adı, bizzat Hacı Bektaş tarafından verilmiştir. Yeniçeri sıfatı, yeni asker anlamına değil, Hacı Bektaş-i Velinin kol yeninden çıkan asker anlamına gelir. Yeniçeriler ocağında sürekli bir Bektaşi tarikatı görevlisi bulunmuş ve kararlarda son derece etkili olmuşlardır. Bektaşi babaları yeniçeri birliklerine vaizler olarak eşlik etmişlerdir.
Reha çamuroğlu ise bu iddialara karşılık olarak yeniçerilerin kurulduğu on dördüncü yüzyılda Anadolu’da Bektaşiliğin örgütlü bir ortam halinde olmadığını savunmaktadır. On dördüncü yüzyıl Anadolusunda heterodoks halk islamından, Kalenderilerden, Yesevi ve Haydarilerden bahsedilir. Bunlar Anadolu’da ve Rum Abdallarının içinde bulunuyorlardı. Fakat bu zümrelerden söz edilirken bir tarikat olarak Bektaşilerden söz edilmemektedir. Şeyh Bedrettin olayında dahi Bektaşiler bir tarikat olarak görülmemekte; fakat hemen bu dönemden sonra, Balım Sultanın çalışmalarıyla ortaya çıkmışlardır. Yeniçerilerle Bektaşilerin ilişkilerinden söz edilecekse bu tarihlerden sonra söz edilmelidir. Bu nedenle de yeniçerilerin on altıncı yüzyıldan başlayarak Bektaşileşme sürecine girmiş olabileceklerini; fakat bu özdeşleşmenin büyük ölçüde on sekizinci yüzyılla birlikte olduğunu ileri sürmektedir.
Yeniçeri Bektaşi kaynaşması tarihçilerin üzerinde durdukları bir konudur ve bu konuda bir hayli araştırma yapılması gereklidir. Tarihçiler, yeniçeri ve bektaşilerin ne zaman kaynaştıkları konusunda görüş ayrılığında olsalar bile, yeniçeri ve bektaşiler arasında bir ilişki olduğu konusunda hem fikirlerdi. Bu ödevi hazırlarken kullandığımız kaynakların hepsinde yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla birlikte ocağa manevi yakınlığı ile bilinen Bektaşi tarikatlarının da kaldırılmış olduğu dile getirilmiştir.
6.SONUÇ:
Bu çalışmada Osmanlı beyliğinin imparatorluk haline gelmesinde büyük katkıları olan yeniçeri ocağının kaldırılmasını bütün yönleriyle incelemiş bulunuyoruz.
Yeniçeriler ilk başlarda oldukça güçlü ve düzenli orduydu; ancak zamanla ocak kurallarının bozulması ve terkedilmesi, yeniçerilerin esamelerinin satılması ve askerlik ile ilşişkileri olmayanların ocağa alınmasıyla yeniçeri ocağı eski düzen ve gücünü kaybetmiştir. Bu düzensizliklerin giderilmesi için bir takım girişimlerde bulunulmuşsa da istenilen sonuçlar alınamamıştır.
O devirlerde Osmanlı Devleti ’nin kuruluş yıllarında uygulanan sistemin en doğru olduğu görüşü yaygındı ve ne halk ne de devlet adamları bunların terk edilmesini istemiyorlardı. Tüm karşı çıkışlara rağmen padişahlardan özellikle III. Selim ve II. Mahmut ıslahat girişimlerinde ısrarlı davranmışlardır. III. Selim ile başlayan ıslahat hareketleri en yoğun döneminin II. Mahmut devrinde yaşamıştır ve bir çok önemli ıslahatın yanısıra yeniçeri ocağı da bu dönemde kaldırılabilmiştir.
Yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla, Osmanlı Devleti yeniliklerin önünde aşılmaz bir set gibi duran engeli aşmış bulunuyordu. Devlete her konuda istediklerini yaptıran bir kurum haline gelmiş ve kendi çıkarlarını tehdit eden bir durumla karşılaştıkları zaman her şeyi yapabilecek konum da bulunuyorlardı. Padişah ve devlet adamlarını tahtan indirecek hatta öldürebilecek güce sahiplerdi. Osmanlı Devleti, ilk kurulduğu dönemden itibaren merkezi otoriteye çok fazla önem veren merkeziyetçi bir imparatorluktu. Ama yeniçerilerin devlet yönetiminde bu denli söz sahibi olması ve istedikleri kişiyi tahta geçirmeleri, yani taht için anahtar konumda olan bu kurum imparatorluğun merkezi otoritesine karşı bir tehdit oluşturmaktaydı. Yeniçerileri bu isyanlar konusunda destekleyen kesimlerde bulunmaktaydı. Başlarında güçlü padişahları istemeyen, mevki ve otorite sahibi olmak isteyen kesimde yeniçerilerin yanında bulunuyordu.
Yeniçerilerin bektaşi tarikatı ile olan ilişkileri konusuna gelince bunların bektaşilikle ilgilerinin olup olmadığı konusu tartışılmakla beraber bu tarikatın ocak içerisindeki etkisi muhakkaktır.
Acemi Oğlanlar Ocağı ve Devşirme Usulü
Osmanlı tarihi teşkilatı ve müesseseleri mütalaa edilirken devşirme sistemi ne, acemi oğlanlar ocağı müessesesi ne önemli bir yer ayırmak gerekir. XVIII. asır ortalarına kadar devşirmeler Osmanlı İmparatorluğu teşkilat ve müesseseler tarihinde mühim bir rol oynadılar. Hatta denilebilir ki, devletin en yüksek mevkileri devşirmeler elinde idi.
Anadolu ve bilahara Rumeli'de çoğunluğu teşkil eden Türkler, toprağa bağlı ve sipahilik le imtiyazlı oldukları için saray hizmetlerinde kullanılmazlardı.
Devşirmeler, acemi oğlan sıfatiyle, Enderun Mektebi'nde, Galatasaray, İbrahim Paşa sarayı ile Edirne ve Gelibolu'da, saray bahçelerinde yetişirler, Enderun'da olanları seçme olur ve ileride yüksek mevkilere geçerlerdi.
Kapıkulu denilen sınıfı devşirmeler teşkil ederlerdi.
Yeniçeriler ve topçular ve diğer ocaklarda olan kullar umumiyetle devşirmelerden idiler ve bunların gayri taifeden olması yasaktı.
Devşirmeler ise, Arnavut, Boşnak, Rum, Bulgar ve Ermeni taifesine mahsus olup bunlardan başkaları olamazdı, yasaktı.
Devşirme den iptida kızıl aba ile gelen acemileri islam ayini (müslüman usul ve adeti) gereğince Türkçe lisan öğretmek için, ağaları marifetiyle ikişer floriye Türkistan'a (yani Türklerin yaşadıkları köylere) satarlardı ve İstanbul'da bunlar için inşa olunan saraylara ağaları koyarlardı. Dört beş seneden sonra defterleri ile bulundukları yerlerden toplanıp her bir ocağa arzu ve meyillerine göre tevzi olunurdu. Ve yedi senede bir yeniçeri kapusu olup müteveffaları kadar 15-20 çukalı eski oğlanlar kapuya çıkarlardı, ziyade bir oğlan çıkmazdı (Koçi Bey Risalesi, sahife : 7) devşirmelerin hepsi hıristiyan lardan mürekkepti. Fakat bu arada Bosna halkı da müslüman oldukları halde onlardan devşirme suretiyle yine acemi oğlan alınırdı. Bunu da arzu ve temenni eden kendileri idi.
Şam'danî-zade'nin Mür'i't-tevarih'de bu konuda verdiği malûmat şöyledir :
«Bosna fetholunduğu zaman hepsi birden müslüman olmuşlardı takat padişaha rica ettiler ki, evlatlarımız devşirme tarikiyle alınsın, yani reaya zimmiler i evladından her sene 1000 er nefer devşirülüp bunlar bir sınıf teşkil olunup acemi oğlanı meyanında terbiye, badehu hasenü'1-vech olanları Enderun-ı hümayun'a, kuvvetlileri bahçelere bostancı, diğerleri ortalara yeniçeri yazılır idi ve yeniçeriler kışlalarında sakin olurlar idi.
Müslüman evladından olmaz idi. Hatta sünnetli doğan çocuklar şüphelidir diyerek alınmazdı. Çünkü müslüman çocuğu kar ve kisp bilir, sıkıştığı zaman anası babası yanına kaçar, zahmete tahammül etmez diyerek kabul olunmazdı. Ama reaya evladı cenkten dönemez, dönse hakkından gelinir, kaçamaz diye böyle kanun kılınmıştı.
Bosnalılar ise müslüman olmakla ve müslüman çocukları toplanmamakla beraber evlatlarının devşirilmesini rica ederler, padişah da «Müslüman Bosnalu devşirme olsun» deyu icazet vermişti.
Bu meseleye dair Kanuni zamanında (13 Sefer 972 tarihli) Bosna, Hersek ve Kilis kadılarına bir hüküm gönderilmiş ve şimdiye kadar kazalarında «acemi oğlanı için alınagelen oğlanların ekseri sünnetlû olmakla sünnetlû olanları dahi almu gelmiş iken haliyen acemi oğlanı cem'ine varan yaya başına sünnetlû oğlan almağa mani olduğunuz îlam...» olunduğu bildirilerek bundan sonra da şimdiye kadar olduğu gibi «kadîmi yerli olan sünnetlû oğlanlardan yararla-nn cem' ettiresin» emri verilmişti (s. 54).
Devşirme müessesesinin nasıl meydana geldiği Aşık Paşazade, Oruç Bey tarihlerinde (s. 22) belirtilir ve yukarıda verdiğimiz tafsilat gibi devşirme oğlanlarının iptida Anadolu'da Türklere verildiği, çiftçi olan Türklerin bu oğlanlara çift sürdürdükleri ve Türkçe öğreninceye kadar onları kullandıkları sonra da yeniçeri oldukları anlaşılmaktadır.
Busbecq gibi Ricaut gibi batılı müşahid ve müellifler de bu müesseseyi böyle tasvir etmişlerdir. Bir vesikadan öğrendiğimize göre, Rumeli'de devşirmelerin alındıkları yerler şunlardı : Üsküp, İştip, Köstendil, Prizren, Samakov, Taşlıca, Prepol, Ereğlu kasrı, (Argiro Castri), Yanya, Pirlepe, İskenderiye, Ohri, İpek, Dukakin, Kırçova, Manastır, Mostar, Izvornik Böğürdelen, Horpişte, Akçakale, Bihlişte... Acemi oğlanların ne suretle toplanacağına dair (1031) (1621) tarihli bir hüküm bize bu müessesenin bir çok taraflarını tafsilatiyle açıklamaktadır. (Ahmet Refik, devşirme usulü acemi oğlanlar s. 4-5).
İcabında bazı yerler muvakkaten olsun acemi oğlan vermekten af olunurdu. Mesela 981 de (1573) Mora Sancağı'ndaki reaya Navarin Kalesinin binasiyle meşgul oldukları için kendilerinden o sene acemi oğlan alınmamıştı ve bu hususta bu işe memur yaya başıya bir hüküm gönderilmişti.
Bundan başka, İstanbul civarındaki köylerden acemi oğlan alınmayan yerler Kartal ile Kadıköy idi. Bu iki köy halkı has ahura ait Üsküdar çayırlarını biçerler, çayırlara bakarlar, at yederler, Bursa'dan ve diğer yerlerden gelen malları muhafaza ederler, gerektiği vakit kılavuz vazifesi görürlerdi. H. 986 da Kartal'dan acemi oğlan alınmak istendiği zaman bu köy reayası, Kadıköy'ü misal göstererek muafiyet talebinde bulunmuşlar ve kendilerinin eskiden beri yapa geldikleri hizmetleri saymışlardı. Üsküdar kadısına bu yolda bir hüküm gönderildiği görülmektedir.
Acemi oğlanlar Enderun, Galatasaray, İbrahim Paşa Sarayında -ki bunlar adeta birer mektep idiler- bulundukları, talim ve terbiye ile meşgul oldukları sırada başka hizmetlere memur edildikleri de vaki idi. Mesela h. 967 tarihinde Yeniçeri Ağası'na verilen bir hükümden öğrendiğimize göre Matbah-ı amireye mahsus koyunlara acemi oğlanlar nezaret etmekte, icabında bunlardan bazıları birer akçe ulufe ile kasap şakirdi yazılmakta idiler.
Yine Kanuni Sultan Süleyman zamanında İstanbul'a Kırkçeşme denilen sular getirileceği zaman yol hizmetinde acemi oğlanlar kullanılmış, hizmetlerini gördükten sonra da kapuya çıkarılmışlardı, ki 968 tarihli bir hüküm bu hususu tesbit etmektedir. Saray ve cami inşaatında da ekseriya acemi oğlanlar kullanılırdı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında Haseki Sultan Camii yaptırıldığı sırada acemi oğlanların fevkalade hizmetleri görülmüş ve bu sebeple Haseki Hurrem Sultan'ın ricası üzerine Padişah bunlara ayda 5 akçe papuş akçesi verilmesini ferman etmişti ve bu müktesep bir hak olarak Defter Emini Ayni Ali Efendi zamanına kadar devam etmişti (Aynî Ali Risalesi, s. 89). Buna göre, XVII. asır başlarında İstanbul ve Edirne acemi oğlanları (Gılman-ı acemiyan) yekûnu 9406 nefer idi ve bu türlü papuş akçesi bunlardan 2732 neferine verilmekte idi. Yine bu devirde Edirne Sarayının inşaatında acemi oğlanlardan hamallık edenlerde ikişer akçe ile istihdam edilmişlerdi. (Edirne Hassa harcına verilen 975 tarihli bir hüküm vardır.)
Edirne'de Sultan Selim camiinin demir işlerini acemi oğlanlar görmüşler, içlerinde hizmetlerini tamamlayanlar Mimar Sinan'ın inhası üzerine kapuya çıkarılmışlardı. Bu hizmetlerden maada saraç şakirdliklerinde, saray-ı amire için çalışan hassa gemilerinde, hassa furunlarında, simitçilerde, Çatalca bahçelerinde, anbarlarda, hasırcılarda, sebzecilerde, yoğurtçularda, mandıralarda vesair ocaklarda da acemi oğlanlar istihdam edilirdi.
At Meydan sarayı (İbrahim Paşa sarayı) ve Galatasaray acemi oğlanları icabında birinden diğerine muvakkaten naklolunurlardı. Mesela h. 875 de Atmeydanındaki sarayın mutfağı tamir edileceği zaman buradakiler Galatasaray'a naklolunmuşlardı. Acemi oğlanlardan saray, bostan ahur vesair hizmetlerde kullanılanlar bulunduğu gibi, asrın sonlarında bu sahada da sui-istimaller başlamış ve acemi oğlanlardan bazıları ekabir himayesinde bulunmuşlardı, h. 993 de bu gibilerin miktarının tesbiti yolunda yeniçeri ağasına bir hüküm gönderildiği görülmektedir.
Yine bu sıralarda bazı acemi oğlanların rençberlerin, yani tüccarların işlerine karıştıkları, gemilerden zorla zahire alarak fazla fiata sattıkları anlaşılıyordu ki, bunu men' için Edirne, Rodoscuk (Tekirdağı), Çorlu, Vize ve Hayrebolu kadılarına birer hüküm gönderildiği görülmektedir. Bazen de devşirme usuliyle alınıp İstanbul'a getirilen acemi oğlanları evvela müslüman oldukları, fakat sonradan bir yolunu bularak memleketlerine kaçıp eski dinlerine girdikleri görülüyordu. Kanuni Sultan Süleyman zamanında (972 tarihli hükümler) Adana taraflarından ve Kayseriden toplanan acemi oğlanları böyle yapmışlardı ve bu gibilerin tevkif edilip isimlerini havi defterle İstanbul'a gönderilmeleri emredilmişti. Mesela Sis beyine ve kadısına bu münasebetle gönderilen emirde bir yaya başının bir köyden 7 nefer oğlan alıp İstanbul'a getirdiği ve elbiselerini değiştirdiği, telkinler, yaptığı, sonradan akrabasının bunları tekrar köylerine getirip kiliseye koydukları hususlarının haber alındığı, binaen-aleyh bu oğlanları ve onları ayartanların tutularak gönderilmeleri bildirilmişti. Keza Kayseri Beyine ve Kadısına da bu yolda bir hüküm gönderildiği görülmektedir.
Acemi oğlanlardan yangınlarda fedakarlık gösterenlere 300 akçeye kadar ihsan verilirdi. Bazen de kanunlarından 5000 akçe fazla zeamet verildiği olurdu. Çok defa ihtiyaca göre de acemi oğlanı toplanırdı. Mesela, Sokullu Mehmed Paşa'nın sadareti sırasında, bina olunan gemilerde hizmet etmek üzere acemi oğlanların toplanması için şöyle bir hüküm gönderilmişti : (1568 - h. 976)
«Yeniçeri ağasına hüküm ki : haliya bina olunan dört pare hassa gemiye üçyüz nefer acemi oğlan lazım olmakla Türk üzerinde olan ulûfesiz oğlanlardan üçyüz nefer oğlan yazılıp verilmesin emredüp büyürdüm ki Türk üzerinde olan oğlanların eskilerinden ve yararlarından 300 nefer acemi oğlan ulufeye yazıp dahi zikr olan gemilere tevzi' idesin». Hass ahırlardaki saraç şakirdleri, acemi oğlanlardan intihap olunurdu. Furunlarda ve has bahçelerdeki acemi oğlanlar kapuya çıkarıldıkları zaman onların yerine Türk üzerinde olan acemi oğlanlar ulufeye yazılarak gönderilirdi.
Keza, Edirne'deki has bahçelerle saraya odun getiren hassa gemilerdeki acemi oğlan noksanını doldurmak için yeniden oğlan devşirmeye lüzum görülmüş, yeniçeri ağasına hükümler gönderilmişti, (h. 987 ve h. 991 tarihlerinde)
Acemi oğlanların kapuya çıkma ları, yani yeniçeri ocağı na geçmeleri de mühim bir mesele idi. Mesela has furunlarda çalışan acemi oğlanların sanatlarında mahir olanları üç yılda bir yollariyle (yani usulüne göre) kapıya çıkarlardı. Bu usule riayet edilmediği takdirde ekserisi fırsat bulur bulmaz kaçarlardı. Bazen acemi oğlanların «ekabir ricasiyle» usul ve teamüle aykırı olarak kapuya çıktıkları da vaki idi ki, bu hususta da XVI. asır sonlarına ait hükümler görüyoruz. Kapuya çıkmak meselesi yüzünden acemi oğlanların bazen isyan ettikleri de olurdu. XVII. asırda Dördüncü Mehmed zamanında, 1649 da, Galatasaray ve İbrahim Paşa Sarayı acemi oğlanları isyan etmişlerdi (Naima, IV. s. 356).
Ağalar saltanatı hengamında her şeye olduğu gibi acemi oğlanlar müessesesinde de karışıklık ve bozukluk artmıştı. Odabaşı lar (Yeniçeri ortaları nın) onar kuruş karşılığında bakkal ve hammalı yeniçeri yaparlar ve acemi oğlanları kapuya çıkmaktan mahrum ederlerdi. Naima bu hususta der ki (IV, s. 418).
«Acemi oğlanları arzuhal sunup oda-başılar onar kuruşa bakkal ve hammalı yeniçeri ettiler, biz bunca zamandır hizmetteyüz yolumuzca bedergah olalım ve illa acemi oğlanlığı dahi bırakup varup hammallık eyleyip onar kuruş feda idip oda basılara veririz. Ve kapuya çıkarız demeleriyle bedergah ferman olunup ağa İstanbul'a geçüp acemi oğlanlarından bulunca bir miktar anlardan ve doğrudan yazup Üsküdar'a geçirildiler.»
Devşirme müessesesi ve acemi oğlanlar teşkilatındaki bozukluk Kanuni devrinden itibaren başlamış, türlü safhalar geçirerek XVIII. asır ortalarına kadar devam etmiştir.
Kaynak: Osmanlı Müesseseleri, Teşkilatı ve Medeniyeti Tarihine Genel Bakış / Prof. Tayyib Gökbilgin
Osmanlı Ordusu Genel Kuvvetler ve Ödenekler
Genel kuvvet, Osmanlı Ordusunun kuruluş tarihi olan 1363 (H.730) yılından yeniçeri lerin lağvı (kaldırılması) olan 1826 (H. 1241) yılına kadar geçen yaklaşık beş yüzyıl içinde Osmanlı genel kuvveti haliyle birçok değişikliklere uğramıştır.
Başlangıçta yeniçeri ler 1000 kişiden oluşurken Kanuni döneminde 12.000, III. Mehmet döneminde 45.000 kişiye ulaşmıştır. 17 nci yüzyılın ortalarında tasarruf nedeniyle sayıları yarı yarıya indirildiği halde 18 nci yüzyıl başında 70.000, ortalarında 80.000’e çıkmış, III. Selim döneminde 110.000’e, II. Mahmud döneminde de 140.000 kişiye ulaşmıştır.
Yeniçerilerin kuruluşu ve düzenlenmesi Kanuni döneminde tamamlanarak ortalarının sayısı 196 olmak üzere sınırlandırılmıştır. Bu sayı sonuna kadar değişmez kaldığı halde sayıca yukarıda belirlendiği üzere bazan arttırılmış bazanda eksiltilmiş olduğundan ortalar da doğal olarak mevcudunun değişmesini gerekli kılmıştır. Önceleri her yeniçeri ortası 60, 70 ve daha sonraları 100 kişiden oluşurken, 18 nci yüzyılda 2000-3000 kişilik ortalar görülmüştür.
Diğer kapıkulu ocaklarından da zamana göre arttırma ve eksiltmeler olmuştur. Kapıkulu süvarisi de başlangıçta yalnız sipahi bölüğünden ve sayıları da birkaç yüz kişiden oluşurken sonraları bölüklerinin sayısı altıya vardırılmış ve mevcuttan bazan arttırılma bazanda eksiltilerek 17 nci yüzyıldan sonra 20.000’i aşmıştır. Fakat sonraları alınan bazı kararlar sonucunda kuvvetleri gittikçe azalmış önem ve saygınlıkları da kalmamıştır.
Ülkeler zaptedildıkçe bu ülkelerin tımar, zeamet ve has’ın Padişahlar tarafından ödüllendirilerek, savaşta yararlık gösterenlerden hak sahiplerine bölündüğünden, topraklı süvarisinin sayıları gittikçe çoğalmış, Kanuni döneminde yaklaşık olarak 150.000 atlıyı bulmuştur. 17 nci yüzyıldan sonra doğrudan doğruya devlet hazinesine giren gelirleri çoğaltmak arzusu ile açık bulunan tımar ve zeamet, başkalarına verilmesinden vaz geçilerek, bunların kiralanması Hükümetçe daha uygun görüldüğünden bu süvarinin sayısı gittikçe azalmıştır.
Evliya Çelebi, Kanuni devrinde topraklı süvarisinin yani tımar, zeamet ile bunların yasal olarak savaşta çıkarmaları gereken Cebelu’ların Kanuni Süleyman’ın yasasınca Rumeli’de 74600, Anadolu’da 91600 ki toplam olarak 166200 süvariden oluştuğunu bildirmektedir. Yine IV. Sultan Mehmet Han’ın saltanatı başlarında meydana gelen bazı fetihlerden dolayı bu sayıların 179.200’e ulaştığını bildirmektedir.
Askeri güçler toplamına gelince, bu da bir ölçüde kalmamıştır. Yabancı tarihçilerden Marsigli Sultan Süleyman Han Hazretleri tarafından konulan askeri yasa gereğince kapıkulu ocakları askeri güçlerin 74148 mümtaz eyaletlerin süvarisi ile beraber Topraklı süvarisinin toplam 174192, deniz askerlerinin de 5572, böylece genel Osmanlı kuvvetlerinin 299012 kişiden oluştuğunu fakat İkinci Viyana muhasarasiyle başlayan ve onyedi yıl süren Avusturya savaşından sonra askeri kuvvetlerin biraz daha azaltıldığını yazmakta ve iddia etmektedir. Fakat Osmanlı tarihçilerin verdiği bilgiye göre ise Osmanlı kuvvetlerinin bu seferden sonra da sayıları hayli yükselmiş bulunuyordu.
Çünkü Osmanlı tarihlerine göre bu seferlerden hemen sonra kapıkulu askerlerinden olmak üzere 70394 yeniçeri, 12153 cebeci, 5084 topçu, 676 top arabacısı, 15000 süvari ki toplam 103307 kişilik bir askeri kuvvet bulundurulduğundan, Marsigly’ye göre ise Kanuni Süleyman yasasınca kapıkulu askeri İçin sınırlandırılan 74.000 küsur kişiden noksan değil hatta belki yarısı dolayında fazla olduğu kayıt ve izah olunmaktadır.
Kanuni Sultan Süleyman Hazretlerinin 300 top, 300.000 kişilik bir ordu ile Macaristan’a vardığı yabancı yazarlarca rivayet edilmiştir. Bu sıralarda geniş Osmanlı ülkelerinin diğer yönlerinde de yurtiçi asayişinin sağlanması, düşmanlık belirtileri göstermeleri muhtemel olan diğer sınır komşularının gözetimi için küçük kuvvetler ayrılması gerektiğinden, genel Osmanlı kuvvetleri Marsigli’nin bildirdiği sayıdan çok daha fazla idi.
Gerçekten, Marsigli’nin askeri sınıfların sayılarına ait broşürüne koyduğu cetvel incelenirse, mevcut olan askeri sınıflardan bazısının kuvvetini almadığı görülür. Bu kaydedilmeyen askeri sınıfların kuvvetleri de Marsİgli’nin verdiği sayıya eklenirse Osmanlı genel kuvvetin 500.000 kişiye yaklaştığı görülür.
Evliya Çelebi elinde fermanla maaş alan vazife isteklisi asker sayısının Kanuni devrinde 500.000, IV. Mahmud Han döneminde 566.000 kişi dolaylarında olduğu bildirilmektedir. Savaş sırasında tımar ve zeametlerden yararlık gösterebilenler Padişah ordusuna eklenebilecek çok sayıdaki gönüllüler bu hesaba katılmamışlardır.
Böylece verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı gibi barış halinde yaklaşma veya durumun müsaadesinde askeri İndirim yani kısıtlama ile tasarrufa çok uyulduğu zamanlar dışında olmak üzere normal durumlarda genellikle Osmanlı Devleti Kuvvetleri toplamı 400.000 ile 500.000 kişi dolaylarında idi ki, herhalde 400.000 den aşağı değildi. Bunca büyük askeri kuvvetleri o sıralarda Avrupa’da silah altına almaya hiçbir devletin gücü yetmezdi.
Askeri Ödenekler
Askeri kuruluşlar, konusunda verilen bilgilerden anlaşılacağı gibi, önceleri askeri ödeneklerin, askeri sınıflara göre çok çeşitleri vardı. Kapıkulu denilen hassa askerlerinin ödeneği maaş, tayınlar ve giyecekten ibaret olup, doğrudan doğruya devlet hazinesinden verilirdi. Maaşları günlük itibari ile ve ulufe adiyle her 3 ayda bir kez ve özel merasime uyularak ödenirdi.
Önceleri yeniçerilere günde 1 akçe bağlanmışken sonraları günlük ulufe leri 3’er 1600 yılına doğru beşer, 17 nci yüzyılda ise 7’şer akçeye yükselmişti. O vakitler akçe denilen ufak paranın her üç tanesi 90 ayarında bir dirhem gümüşten basılırken, zaman geçtikçe gümüşün ayarı düşürülmüş olduğundan, erlerin günlük ulufe leri de o oranda arttırılmıştır. Son zamanlarda 23 ve 25 akçeye kadar yükseltilmiştir.
Günlük ulufe lerin kurallarca üçer veya beşer akçeden ibaret olduğu dönemlerde bile "Terakki" adı verilen bazı emektarların muharebe ve muhasaralarda "Serdengeçti" ve "Dalkılıç" yazılanların ulufe lerine zamlar yapıldığı için gerçekten erlerin ulufeleri farklı olduğundan içlerinden 15 akçeye kadar ulufesi olanlar bulunurdu.
Cebeci, topçu, arabacı gibi öteki kapıkulu ocaklarına bağlı erlerin gündelikleri de aşağı yukarı yukarıda yazılan miktarlar dolayında idi. 16 ncı yüzyıl sonunda "Altı Bölük" erleri denilen kapıkulu süvarisinden baş erlerinin 13’er, orta bölükler erlerinin 11 ’er, aşağı bölükler takımının da 9’ar akçe gündelik ulufeleri olduğu, "Terakki" bağışı İle ulufeleri çoğaltılan emektarların da doğal olarak daha çok aldıkları tarih sayfalarında yazılıdır.
16 ncı yüzyıl sonlarında daha madeni paraların karıştırılmadığı zamanlarda yeniçeri ağasına günde 500, altı bölük ağalarına 120’şer, cebeci başına 60 akçe, diğer ocak ağaları ve subaylarına da o oranda ulufe verilirdi. Yeniçeri erlerine günlük ulufeden başka silah masrafları karşılğı olarak senede bir kere "keman behâ" adıyla da 30 akçe ödenirdi.
Askeri Tayınlar
Ekmek, et, bulgur ve sade yağdan ibaret olup, cuma geceleri için pirinç de verilirdi.
Yabancı yazarlardan Padişah Ordusuna ve tutsak olarak er arasında bulunmuş olan "Marsigly" 17 nci yüzyılda her ere günde 100 dirhem ekmek, 60 dirhem et, 50’şer dirhem bulgur ve sade yağ verildiğini, cuma geceleri de bulgur yerine elli dirhem pirinç ile helva da dağıtılmasının adet olduğunu bildirmektedir.
Eyaletler askerinden ve yerli kulu sınıflarından azab, sekban, icareli, topçu ve lağımcılar kısmen eyalet paşaları ve sancak beyleri tarafından, kısmen de doğrudan doğruya devlet hazinesine giren gelirler ile İdare ve iaşe edilirlerdi. Yukarıda adları sayılan erlerden müsellem ve yörüklere ise devlet tarafından boş arazi gösterilmiş, bunlar aşar ve başka vergilerden bağışık tutulmuşlardı.
Serhat kulu sınıfından olanlar, kısmen maaşlı, kısmen de kendi arzularıyla görev yapan gönüllülerden oluştuğundan, maaşsız olarak kullanılırlardı.
Topraklı Süvarisinden has ve zeamet sahiplerinin savaşta çıkarmaları özel yasalarla saptanan atlılardan herbirine yılda 5000 akçelik aşar geliri bağlanmış olduğu yukarıda anlatılmıştı.
Tımarlılar içinde, 3 veya 6000 akçelik yıllık geliri olanlar bulunur idiysede, bunlar bir İki eyalete özgü olduğundan başka eyaletlerde tımar 5000 akçe olduğu için gerek bunlar gerekse az çok "Terakki" ye erişenler tarafından çıkarılacak "Cebelu"ların da devlete yılda 5000 akçeye hizmet ettikleri kabul olunabilir.
Böylece, tüm topraklı süvarisinin her biri için devletin ödediği yıllık harcama 5000 akçeden ibaretti. Bu süvarinin kuvveti, 150.000 kişi sayıldığına göre, devletin yalnız bunlar için, yıllık, 750 milyon akçe harcama yaptığı belirlenir.
Kanuni döneminde bir dirhem gümüşten 3 akçe basıldığı ve madeni paraların karışımlı olması nedeniyle o zamanki gümüş değerinin bugünkü bedeli yaklaşık olarak 30 para eder.
Ancak o zamanlar, gümüş madeni şimdiki kadar ihraç olunmadığından az bulunabildiği için değeri fazla olduğundan ticaret dünyasında bir akçelik gümüşün gördüğü işi 5-6 akçelik gümüşle görmek, yani o zaman bir akçeye alınan yiyeceği bugün ancak 5-6 akçe ile almak olanağı vardır. Kanuni döneminde devletin yalnız topraklı süvarisi için tahsis ettiği masrafların bugünkü değeri hesaplanırsa 600 milyon frank’ı geçtiği gerçeği ortaya çıkar. Bu da zamanın da Fransa Hükümetinin tüm kara ordusu için harcadığına eşit büyük para tutarıdır.
Bu yazı Osmanlı Askeri Teşkilatı ve Kıyafeti / Mahmut Şevket Paşa / KKK / 1983 kitabından alımıştır.
Azaplar
Osmanlı askerlik teşkilatında bir askeri kuruluştur.
İlk olarak Aydınoğullan Beyliği'nde (XIV.yy) görülmektedir. Aydınoğullarında, Beyliğe Azaplar denilen donanma askeri, denizcilikten büyük kazançlar sağlamıştır. Aydınoğlu Umur Bey'in Azap kuvvetlerinden dolayı Bizans ve Latin kaynaklarında da Osmanlı Deniz korsanlarına " Azapi" adı verilmiştir. Bu teşkilat XV. yüzyıl ortalarında Akkoyunlularda da görülmektedir. Osmanlılar da ise bu kuruluş, yaya, deniz ve kale azapları olarak üç sınıfa ayrılmışlardır.
Yaya azapları: XV. yüzyıl ortalarında orduda tüfeğin yer almasına kadar savaşlarda önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Yaya azaplarına ihtiyaç duyulduğu zaman yirmi veya otuz ev başına bir er hesabı "azap çağırmak" usulü ile Anadolu'nun sağlam yapılı gençleri arasından kefilli olarak toplanmışlardır. Maaşlarını, onları toplayan aileler verirler, savaş süresince de azaplar devlete vergi ödemezlerdi. Yaya azapları, savaşlarda oklarıyla ordunun önünde yeralarak ilk düşman hücumunu karşılarlardı. Azaplar, başlarına kırmızı börk giyerlerdi. Denizcilik Osmanlılarda önem kazanınca, XV. yüzyıl ortalarında, Azapların "Tüfenk-endaz" olarak maaşla gemilerde hizmet etmeleri kabul edilmiş ve bunlar, Osmanlı donanmasının kürek döneminde önemli başarılar sağlamışlardır.
Deniz azaplarının başında bulunanlara reis denilirdi ve bunlar yükseldiklerinde kadırga reisi "kaptan" olurlardı.
Kale azapları: Kale muhafızlıklarında hizmet görürlerdi. Kalelerde azaban-ı evvel, azaban-ı sani ve salil gibi bölüklere ayrılmışlardı. Bu teşkilatın ağa, katip, kethüda ve bölükbaşı olarak adlandırılan subayları vardı. Azaplar gereğinde köprücülük, lağımcılık gibi hizmetlerde de kullanılmışlardır.
Kale azaplığı II. Mahmud döneminde yapılan ıslahata kadar sürmüştür.
Cebeci
Savaş araç ve gereçleri yapan, bunları muhafaza eden ve savaşta mevzilere ve tabyalara sevkeden ordu görevlilerine verilen addır.
Cebe zırh demektir. Cebeci bugünkü tabire göre tüfekçi ustası anlamına gelir. Cebeciler ok, yay, kılıç, kalkan, cirit, cebe, cevş, tüfek, tabanca, barut, kurşun gibi dönemlerinin savaş malzemelerini yaparlardı
Cebeci Ocağı
Cebecilerin mensup olduğu ocağın adıdır.
Kapıkulu ocaklarının yaya kısmında yer alırlar. Bölük ve cemaat olarak iki kısma ayrılan bu ocak, ok, yay, kılıç, kalkan, harbe, cebe, cevşen, tüfek, barut ve kurşun gibi dönemlerinin savaş malzemelerinin imali, muhafazası ve tamiri ile görevliydi. Savaş sonunda, silahlar ocak tarafından geri alınır, tamiri gerekenler tamir edilir, barış zamanında cephane adı verilen silah deposunda muhafaza edilirdi. Savaş zamanında bu malzemelerin cephelere dönemlerinin taşıma araçları filika ve palangalara götürülmesi de bu ocağın görevleri arasındaydı.
Cebeci Ocağı'nın ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmemektedir. Yeniçeri Ocağı ile beraber veya ondan sonra kurulduğu tahmin edilmektedir.
Cebeci Ocağı'na girecek olanlar Acemi oğullarının arasından seçilirdi. Ancak daha sonra Cebecilerin evlenmelerine izin verilince, cebeci çocukları da ocağa kaydedildi. Acemi Ocağı'nın bozulması üzerine dışarıdan kayıtlar da yapıldı. Cebecilerin sakat ve yaşlıları Ocak Kanunu gereğince emekli edilirlerdi. Emekli maaşıyla ocak maaşı beraber verilirdi.
Padişah veya sadrazam sefere çıkarsa, Cebecilerin hepsi sefere katılır, serasker veya başka biri sefere gönderilirse belirli miktarda Cebeci sefere iştirak ederdi.
Cebeciler diğer Kapıkulu ocakları gibi orta denilen 38 bölüğe ayrılmıştı. Bunlardan birinci Cebeci ortası 59 bölüktü. Cebeciler tüfengi, kaygani, burgui tahir (temizleyici), perdahı, terzi gibi çeşitli sanat kollarına ayrılıyorlardı. Cebeciler arasında ayrı bir sınıf olarak humbara dökücüleri, barutçular ve lağımcılar da vardı. Cebecilerden serdengeçti yazılanlar da olurdu.
Cebeci Ocağı'nın en büyük subayı cebecibaşı idi. Yeniçerilerin devlet merkezinde silah taşımaları, yasak olduğundan bunların talim zamanında kullanacakları tüfekleri cebecibaşılar verir ve işleri bitince tekrar geri alırlardı. Cebeci Ocağı ihtiyacı olan silahları kendi atölyelerinde yapardı. Gerektiğinde bu malzemeler ocak dışında da yaptırılabilirdi. Cebecibaşı ayrıca Ayasofya, Hocapaşa ve Ahırkapı taraflarının asayişini sağlamakla da görevliydi. Ocakta ayrıca dört kethüda ve bir de başçavuş vardı. Bunlardan başka bölük ve orta kumandanları ve bunların bir derece aşağısında odabaşıları ve diğer küçük subaylar bulunurdu. Ocakta cebeciler katibi ve kesedar gibi kalem subayları da bulunurdu. Bunların görevi ulufe ve malzeme defterlerini tutmaktı.
Kalelere silah ve cephane gönderilmesi, kalelerdeki cephanenin muhafazası, ocaktan gönderilen cebecilerin göreviydi. Kalelerdeki cephane, silah, barut ve savaş malzemelerinin kontrolü de cebecibaşı tarafından yapılırdı. Cebecilerin kale görevleri üç yıl süreyle olurdu. Bu süreyi bitiren Cebeci merkeze alınır ve yerine bir başkası görevlendirilirdi.
Cebecilerin kışlası Ayasofya Camii karşısında idi. Burada savaş malzemelerini tamir ettikleri bir atölye de bulunuyordu.
Cebeci Ocağı, Yeniçeri Ocağı'nın isyanlarına katıldıkları için, Yeniçeri Ocağı ile birlikte lağv edildi (1826). Cebeci Ocağı'nın kaldırılmasından sonra yeni bir kanun ile cephane efradı toplanmıştır. 1054 kişiden kurulu olan yeni cebeciler sağ kol ve sol kol diye ikiye ayrılmışlardır.
Cebeci Ocağı yalnız İstanbul'da değildi. Anadolu'da da cebeci ocakları vardı. Ankara'daki Cebeci semti, ismini bölgedeki ocaktan almıştır.
Eyalet Askeri
Tanzimat'tan önceki dönemde Osmanlı askeri teşkilatında ordunun iki bölümünden birine verilen ad.
Diğerine "Kapı kulu" denirdi. Eyalet ve sancaklar gelirlerinin büyük bir bölümünü teşkil eden aşar, ferağ ve intikal harçları tımar, zeamet ve has adı ile vezirler ile diğer devlet büyüklerine bırakılmış ve bunların geliri ölçüsünde sefer zamanında gerektiği kadar asker çıkarmaları kanun ile belirlenmiştir. Bu bakımdan eyalet askerleri, kapıkulu askerinden fazla miktarda idiler. Beylerbeyi ve sancak beyleriyle, ümera, sulh zamanında "daire halkı" adı altında maiyetlerinde bir askeri kuvvet bulundururlardı. Ancak, bazı eyalet ve sancakların öşür ve diğer gelirleri doğrudan doğruya Devlet Hazinesi adına toplanır, memleketin muhafazası için gerekli askerlerin salyanesi de bu gelirden ödenirdi. Eyalet askerleri sulh zamanında silah altında bulunduğu gibi, sonraki redif ve mustahfız askeriyle birlikte sefer zamanında silah altına alınırlardı. Eyalet askeri, yerli kulu piyadesiyle serhat kulu ve topraklı adını taşıyan süvari askerinden meydana gelirdi. Yerli kulu piyadesi beylerbeyilerle sancakbeylerinin yönetiminde idiler. Zabitleri de bunlar tarafından tayin edilir, maaşları eyalet veya sancağın idare şekline göre kendileri veya Devlet Hazinesi tarafından dağıtılırdı. Bu piyadeler beş sınıftan meydana geliyordu. Azep, sekban, icareli, lağımcı, müsellem.
Büyük eyalet merkezlerindeki Yeniçeriler, kalelerde müstahdem yamakları adındaki mustahfız askerleri de bu kısma dahildi. Serhadkulu, serhadlerde müstahdem daimi süvari askeriydi. Bunlar önceleri üç sınıftı: Deli, gönüllü, beşli. Daha sonra levend ve hayta adıyla iki sınıf daha ilave edilmiştir. Topraklı süvariler, tımar, zeamet ve has sahipleriyle bunların sefer zamanında kanun gereği çıkarmak zorunda oldukları cebelilerden oluşurdu. Sulh zamanında devlet tarafından kendilerine verilen toprağın hasılatıyla geçimlerini sağladıklarından bunlara Topraklı adı verilmiştir.
Sancaklarda bulunan tımar ve zeamet sahibi ile cebeliler sefer zamanında sancakbeyinin bayrağı altında toplanırlar, sancakbeyleri de bağlı oldukları eyalet paşasının komutası altında sefere giderlerdi.
Sefere memur olarak tımarlıların onda biri memleket hizmetinde bulunmak, gidenlerin dirlik işlerini gidermek üzere sancaklarında kurucu adıyla kalırlardı. Süvari askerinin sefer zamanında iaşesi de tımar, zeamet ve has sahiplerine aitti.
Humbaracı Ocağı
Demir veya tunçtan dökülmüş, içi boş ve yuvarlak barut gücü ile gülle atmaya yarayan Humbara adındaki topu yapmak ve bu topları savaşta kullanmakla görevlendirilmiş olan asker sınıfı.
Humbaracılar üç gruba ayrılırdı. a) Cebeci ocağından olanlar: Bunlar genellikle humbara yaparlardı. b)Topçu ocağından olanlar: Bunlar humbara atarlardı. c)Kalelerde görevli olan humbaracılar.
Cebeci ve topçu ocaklarına bağlı olan humbaracılar, ulufeliydiler ve İstanbul'daki kışlalarında kalırlardı. Zeamet ve tımarlı olanlar ise kalelerde görev yaparlardı. Bunlar bazen İstanbul'a bilgilerini arttırmak için gelirler ve savaş zamanı yerlerine dönerlerdi. Zamanla bozulan bu ocağın, yeniden düzenlenmesi için Sadrazam Topal Osman Paşa, İslamiyet'i kabul ederek Osmanlıların hizmetine girmiş olan Kont Bonneval'ı (Humbaracı Ahmed Paşa) İstanbul'a çağırarak görevlendirdi (1731). Ahmed Paşa, Bosna'dan getirdiği 300 Humbaracı ile kurduğu yeni ocağa İslamiyet'i kabul etmiş olan üç Fransız'ı da subay olarak aldı. 1734'te humbaracıların hepsi maaşlı oldu.
Humbaracılar bu yeni teşkilat ile üç odaya (bölük) ayrılmışlardı. Her odada bir odabaşı, iki nefer elli başı, üç nefer otuz başı, on nefer onbaşı, bir çavuş vekilharç, tabip ve imam görevli idi. Her askerin gündeliği on sekiz akçeydi.
İcareliler
Hudud boylarında bulunan şehir ve kalelerde istihdam edilen yerli topçulardan meydana getirilen bir sınıftır. Ücretle vazife gördüklerinden dolayı kendilerine bu isim verilmiştir. Komutanları, topçuluğu iyi bilen ve "Topçu ağası" adı verilen bir kimsedir. Topçu ağası, eyalet paşalarının komutasında bulunmak üzere payitahttan gönderilirdi.
Kapıkulu Ocakları
Kapıkulu OcaklarıEski Türk devletlerinde hâkana bağlı askerî teşkilât. Orta Asya Türk devletlerinde doğrudan hâkana bağlı merkezî ordu olup, Büyük Selçuklu Devletinde "gulâmân-ı saray" denirdi. Memlûk Devletinde de mevcud olan teşkilât, Osmanlı Devleti'ne Türkiye Selçuklularından geçmiştir. Osmanlı sultânının şahsına bağlı kapıkulu ocakları, 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar bütün müesseseleri ile teşkilâtlanarak muazzam bir askerî güç meydana getirmiştir. Bu sınıfın muhârebelerde ve barış zamânında, emniyet tesisinde önemli hizmetleri olmuştur.
Osmanlı Devleti'nin ordusu, Osman Gâzi (1281-1326) devrinde Türk atlı aşîret kuvvetlerine dayanıyordu. Orhan Gâzi (1326-1359) devrinde, düzenli bir muvazzaf yaya ve süvârî kuvveti kurularak fetihler yaygınlaştırıldı. Abdalân-ı rûm, âhiyân-ı rum, bacıyân-ı rum gönüllüleri gazâlara katıldıkları gibi, azap, canbaz, cerahor, garip adlarıyla anılan dâimî ve seferî kuvvetler de muhârebeye iştirâk ederlerdi. Fetihlerin Rumeli ve Anadolu'da yaygınlaşmasıyla yaya (piyâde) ve müsellem (süvârî) teşkilâtına ilâveten Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr (1359-1389) devrinde, Selçuklular ve Memlûklerde olduğu gibi, dâimî ve maaşlı bir yaya ve süvâri ordusu kurulmak sûretiyle yeniçeri, cebeci ve sipâhî denilen kapıkulu ocakları meydana getirildi. Ayrıca, yeniçeri, cebeci, topçu ocakları ve diğer hizmetler için esir ve devşirme Hıristiyan çocuklarının yetiştirildiği acemi ocağı da kuruldu (Bkz. Acemi Ocağı). Dâimî ve maaşlı kapıkulu ocaklarının kuruluşuyla ilk muvazzaf kuvvetleri teşkil eden yaya müsellemler, merkezî ordunun geri hizmetlerine verildiler. Kapıkulu ocakları, piyâde ve süvârî olmak üzere iki gruba ayrılırdı. Piyâde kısmının en önemlisi "yeniçeri ocağı"dır (Bkz.Yeniçeri Ocağı). Yüz doksan altı orta ve bölük olan yeniçeri ocağı, ağa bölükleri, cemâat ve sekban diye üç kısımdan meydana geliyordu. Altmış beşinci cemâat ortası olan sekbanlar otuz dört orta olup, Sultân Murâd-ı Hüdâvendigâr devrinde kuruldu (Bkz. Sekban). Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) devrinde yeniçeriler içine alınan sekbanlar; piyâde ve süvâri olmak üzere iki kısımdı. Sekban bölüklerinin en îtibârlısı otuz üçüncüsü olup buna, "avcı bölüğü" denirdi. Ağa bölükleri, Sultan İkinci Bâyezîd (1481-1512) devrinde, yeniçerilerin itâatsizlikleri üzerine, içlerindeki devşirmelerden seçilerek kuruldu. Bunlar altmış bir bölükten meydana geliyordu. Kapıkullarından cebeci ocağının vazîfesi, harp silâh ve levâzımatını temin edip muhâfazasını sağlamak ve cepheye taşımaktı(Bkz. Cebeci Ocağı). Topçu Ocağı, kapıkulunun yaya kısmına dâhil olup, top dökmek ve muhârebede top kullanmak üzere iki kısımdı. On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda devrin en iyi ateşli silâhlarına sâhip Osmanlı Türklerinde zaferlerin kazanılmasında topçu ocağının büyük payı olmuştur. Büyük topları seferlerde taşımaları için top arabacıları ocağı kuruldu. Ateşli silâhlardan olan humbarayı yapmak ve muhârebelerde kullanmak humbaracı ocağının vazîfesiydi. Bu ocak, cebeci, tımarlı ve topçu olmak üzere üç kısma ayrılırdı. Muhârebe zamânında kuşatılan kaleleri yıkmak için lağım yapmak ve atmak lağımcı ocağının vazîfesiydi. (Bkz. Lağımcı Ocağı) Kapıkulu ocaklarının subayları rütbe sırasıyla; yeniçeri ağası, yeniçeri kâtibi, ocak kethüdâsı, turnacıbaşı, başyayabaşı, muhzır ağa ve başçavuş idi. Daha sonra sekban ortalarının katılmasıyla sekbanbaşı, yeniçeri ağasından sonra kapıkulu ocağının ikinci kumandanı oldu. On beşinci yüzyıldan sonra kul kethüdâsı ile başyayabaşı arasında rütbe olarak turnacıbaşı, saksoncubaşı, zağarcıbaşı, dört ocak hasekisi, on altıncı yüzyılda ise devecibaşı girdi. Ocağın diğer yüksek rütbeli subayları da; başbölükbaşı, kethüdâbey ve cemâat bölükbaşılarından ibâretti. Kapıkulu piyâdeleri sulh zamânında, belli günlerde yeniçeri ağasıyla berâber şehrin inzibâtını temin için dolaşırlardı. Bundan başka dört yayabaşı (çorbacı), dört bölükbaşı cumâ gecesi hâriç her gün İstanbul'da kol gezerler ve suçluları cezâlandırmak üzere Ağakapısı'na götürürlerdi. Çorbacıların hergün kola çıkmalarına "sıra kolu" denilirdi. İstanbul'un kale kapılarını açıp, kapamak vazifesi kapıkulu piyâdelerine aitti. Kapıkulu süvârileri, İstanbul'da devlet hazînesinden maaş alan dâimî süvârî kuvvetleridir. Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr devrinde kuruldu. Önceleri sipâh ve silâhdâr bölüklerinden meydana gelen kapıkulu süvârîlerine sonra ulûfeciyân-ı yemîn (sağ) ve yesâr (sol); gurabâ-i yemîn (sağ) ve yesâr (sol) ilâve edilerek altı bölük olarak teşkilâtlandırıldı. Her bölüğün ayrı bölükağası, kethüdâ, kethüdâyeri, kâtip, kalfa, başçavuş rütbelerinde subayları vardı(Bkz. Kapıkulu Süvarileri). Hizmetleri dolayısıyla on yedinci yüzyılın sonlarına kadar hayli îtibârlı olan süvârî bölükleri, Sultan Dördüncü Murâd Han (1623-1640) ve Vezîriâzam Köprülü Mehmed Paşanın devrinde çıkan sipâhî isyânları sebebiyle eski îtibârlarını kaybettiler. İkinci Mahmûd Han (1807-1839) devrinde, 1826 târihinde yeniçeri ocağı lağv edilince, kapıkulu süvârîleri de kaldırıldı ve diğer ocaklar gibi yeni tarzda süvâri bölükleri kuruldu. Üç kıtaya hâkim olan Osmanlı Devleti'nin fetihlerle genişlemesinde büyük hizmeti olan kapıkulu ocağı, devrinde teşkilâtlı en muazzam ordu idi. Zamânın ihtiyâcına göre takviye ve islâh edildi. On dördüncü yüzyılda ok, yay, kılıç, mızrak, topuz, balta, pala, mancınık, zemberek gibi silahları kullanan kapıkulu ocağına, daha sonraki yüzyıllarda tüfek ve top da verildi. İki buçuk yüzyıla yakın bir zaman boyunca devamlı yenilenerek ilerleyip, kuvvetlenen teşkilât sâyesinde Osmanlı Devleti , her giriştiği işte muvaffak oldu. Sultânın hassa kuvvetlerini teşkil ettikleri ve dâimî sûrette hâkanın yanında bulundukları için îtibârları fazlaydı. Kapıkulu ocaklarının maaşları, levâzım eşyâları devlet tarafından karşılanıp, terfî ve mükâfâtlandırmanın yanında, disiplinsizlikleri hâlinde de çeşitli cezâ usûlleri tatbik edilirdi. Sefere giden pâdişâhı kapıkulları ortalarına alıp muhâfaza ederler, ona karşı bağlılıklarını gösterirler ve ordunun muvaffakiyetinde büyük hizmetleri geçerdi. Osmanlı sultanları baş kumandan sıfatıyla orduda bulundukça, kapıkulu ocakları, bâzı tahrikler dışında, tam bir intizâm içinde hareket etmişlerdir. Ancak sultânı başlarında göremeyince, başta yeniçeriler olmak üzere, sürtüşmeleri başladı. On yedinci yüzyılda başlayan disiplinsizlikleri, teşkilâta tâlimsiz yabancıların alınması, aslî vazîfelerini ihmâlleri, ve bâzı tahrikler netîcesinde intizamsızlık ve kânunsuzlukları arttı. Ufak-tefek ıslâh çalışmalarının işe yaramayacağı anlaşılınca, "Vak'a-i Hayriye" ile 1826 yılında, kapıkulu ocakları bütünüyle lağvedildi. Osmanlı ordusu yeni ve modern bir teşkilâtla yeniden kuruldu.
Kapıkulu Süvârîsi
Kapıkulu süvârileri; yeniçeriler ve bostancılar arasında hizmet görmüş olanlarla Enderûn ve Enderûn'a eleman yetiştiren Edirne, Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa sarayları gibi yerlerden içoğlanları ve büyük fedâkarlığı görülen garib yiğitlerden alınan fertlerle vücûda getirilmiş bir sınıftı. Bunlar yeniçeriler ve diğer piyâde sınıfları gibi maaşlıydı. Timarlı sipâhîlerden ayırmak için kendilerine bölük halkı da denirdi. Sonraları yalnız sipâhî demekle kapıkulu süvârisi kastedildi.
Kapıkulu süvârî ocağına nefer alınmasına "bölüğe çıkmak" denirdi. Altı bölük olan kapıkulu süvârî ocağına, gerek saraylardan, gerek yeniçeri ocağından geçenlere bir hayvan veya hayvan parasıyla berâber yay ve ok akçesi adıyla bir mikdâr para verilirdi.
Murâd-ı Hüdâvendigâr zamânında kurulan kapıkulu süvârîleri; başlangıçta sipâhî ve silahdâr olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bu iki kısım süvârîden sonra derece derece aşağıya doğru ulûfeciyân-ı yemîn (sağ ulûfeciler) ve ulûfeciyân-ı yesâr (sol ulûfeciler) ve gurebâ-i yemîn (sağ garibler) ve gurebâ-i yesâr (sol garibler) isimleriyle 15. asır ortalarına doğru dört kısım kapıkulu süvârîsi daha kuruldu ve süvârîlerin hepsi altı bölüğe tamamlandı. Kapıkulu süvârisînden her bölüğün ayrı ayrı vazifesi vardı.
Sipahi bölüğü
Süvârî ocağının kırmızı bayrak da denilen en mümtâz ve îtibârlı bölüğü. İlk devirlerde devlet ve millet yarârına faydalı hizmette bulunmuş olan nüfûz sâhibi kimselerin çocukları bu bölüğe alınırdı. Bunlar sulh zamanlarında cizye, resm-i gazem, mukâtaa gibi mîrî malların tahsîlinde görevlendirilirler ve ekseriyâ üzerlerine hünkâr içoğlanlarından biri ağa tâyin olunarak tahsilâta giderlerdi. On yedinci asırda kendilerine tevliyet (mütevellîklik), voyvodalık ve daha başka hizmetler verildi.
Sipah bölüğü, pâdişâhların câmiye çıkışlarında ve sefere hareketlerinde, ikişer ikişer sağ tarafında yürürlerdi. Harp sâhasında ise ordu merkezinin sağ tarafındaki saltanat bayrakları altında ve bâzan da hükümdârın arka tarafında dururlardı. Sefere giderken ordunun geçeceği yerlere sancak tepesi denilen tepeler kurup güzergâhı tesbit etmekle vazifeliydiler. Muhârebe meydanında çadırlarını hükümdâr otağının sağında kurarlar gece otağ-ı hümâyûnun korunmasını silahdâr bölüğüyle münâvebeli olarak yaparlardı.
Sipâhiler üç yüz bölükten meydana geliyordu. On yedinci asrın ilk yarısında her bölükte yirmi-otuz kişi ile bir de bölükbaşı bulunurdu. Efrâd, on altıncı asır sonlarında on beşden otuz akçeye kadar değişen yevmiye alırlardı. Bölükbaşılarının yevmiyesi ise kırk akçe idi.
Silahdâr bölüğü: Sarı bayrak da denilen bu bölük, Osmanlı Devleti' nde kapıkulu süvârîlerinin ilk teşkil edilen bölüğüdür. Bu bölüğe başlangıçta harem-i hümâyûndan çıkan içoğlanlarından, sonradan da Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkanlardan ve "veledeş" denilen süvârî çocuklarından efrâd alındı. Sipah bölüğünün kurulmasından sonra, silahdâr bölüğünün ehemmiyeti ikinci dereceye düşmüştür.
Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar beş bölük olan silahdârlar, alaylarda pâdişâhın arkasında yürürler, aşağı bölükler de bunların etrâfında giderlerdi. Sefere gidilirken askerin geçeceği yolların açılıp temizlenmesi silâhdârlara âitti. Bunun için bir mikdâr neferle kethüdâları veya çavuşları bu işe memur edilirdi. Silâhdârlar yolları açarlar, köprüleri tâmir ettirirler, geçilmesi zor bataklıkları temizlettirirler, bunun için de yerli halkı ücret karşılığı bu hizmetlerde çalıştırırlardı. Pâdişâh sefere çıktığında birkaç milde bir, yolun her iki; vezîriâzam serdâr olduğu zaman ise sâdece sol tarafa sancak tepeleri ihdâs etmek bunların görevleri arasındaydı. Yol açma hizmetlerinden başka tuğculuk, yedekçilik (pâdişâhın yedek atlarının götürülmesi), buçukçuluk (pâdişâhın câmiye çıkışında fakirlere sadaka dağıtılması) gibi vazifeler de bu bölüğe verilmişti.
İki yüz altmış ortaya ayrılan silâhdâr bölüğü, seferdeki gibi, câmiye çıkışlarda da pâdişâhın sol tarafında yürürler, harp sahasında ise saltanat sancaklarının sol yanında ve bâzan pâdişâhın arkasında bulunurlardı.
Gerek sipâh, gerekse silâhdarların başlarında büyük zâbit olarak silâhdâr ağasından başka; kethüdâ, kethüdâ yeri, başçavuş ve kâtipleri vardı.
Ulûfeciyân-ı yemîn ve yesâr bölükleri: Bâzan orta bölükler de denilen iki bölükten birincisine yeşil bayrak ismi verilirdi. Sağ ulûfeciler yüz yirmi bölüğe ayrılmışlardı. Sarılı beyaz bayrak taşıyan sol ulûfeciler ise yüz bölüktü. Sağ ulûfeciler seferde pâdişahın sağında yürüyen sipah bölüğünün sağında; sol ulûfeciler de solunda yürüyen silahdârların solunda yürürlerdi. Harp meydanında ve ordunun konak yerinde ise, pâdişâh sancağının biri sağında, diğeri solunda dururlardı. Hazîneyi korumak bunların görevleri arasındaydı. Bu iki bölükten dördü sağ, üçü de sol ulûfecilerden olmak üzere yedi kişi, subaşı ismiyle bölük subaşılığına tâyin edilirlerdi.
Ulûfeci bölüklerine alınan efrâdın hepsi Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkmış olmayıp, bunlara ek olarak orduda, devlet adamları hizmetinde ve kumandanlar maiyetinde bulunarak, muhârebelerde yararlıkları görülen efrâd, ekseriyeti teşkil ederdi. "Veledeş" denilen süvârî evlâdının ulûfecilere de verildiği olurdu. Tehlikeli zamanlarda kendilerine hizmet teklif edilenlerin, hayatlarını tehlikeye koyup o hizmeti îfâ şartıyla bölüğe kaydedilmeleri de kânûn emriydi.
Ulûfeciler arasından üç ihtiyâr süvârî "otağçı" ismiyle, eski ve satılması îcâb eden otağları satmak vazîfesiyle mükelleftiler. Hükümdâra ve hazîneye âit otağları bunlardan başkası satamazdı. Bu üç süvârinin biri emin, biri kâtip, biri de nâzır olurdu.
Gurebâ-i yemîn ve yesâr bölükleri: Sağ garibler ve sol garibler denilen bu bölüklere, "aşağı bölükler" de denirdi. Bir kısmı diğer bölükler gibi saraylardan alınırken, ekserîsi Türk, Acem ve sâir memleketlerden gelen veya Müslüman ve muhârebe meydanlarında çok tehlikeli işlerde muvaffak olmuşlardan teşkil edilirdi.
Sefer esnâsında merkez kolunda her gece otağ ve ağırlıkları muhâfaza ederlerdi. Harp esnâsında en mühim vazîfeleri, sancak-ı şerîfin muhâfazası idi. Bunun için sancak-ı şerîfin konulduğu çadırın etrâfını karargâh yaparlardı. Sancak-ı şerîfin ordu ile bulunmadığı devirlerde, yâni Yavuz Sultan Selîm Handan önce, pâdişâhın sancaklarını bunlar korurlardı. Ordugâha odun naklini temin etmek de görevleri arasındaydı.
Sağ ve sol garibler ayrı ayrı yüzer bölüğe ayrılmışlardı. Sağ gariblerin bayrakları sarı ile beyaz, sol gariblerinki ise yeşil ve beyaz renklerden meydana geliyordu.
Gurebâ bölükler efrâdı sonuna kadar bölüklerinde kalmayıp, ocakta ağa değiştiği, bir aşağı bölük ağası bir derece terfi ile yukarı bölüğe ağa olduğu zaman, bu bölüklerden muayyen mikdar efrâd da bir yukarı bölüğe terfî ettirilirdi.
Kapıkulu süvârîlerinin silâhları, bir pala ve bir mızrakla, "gaddâre" denilen ve eyerin kaşına asılı olan bir kılıçtan ibâretti. Bunlar meşakkate dayanıklı ve atik olan Anadolu atlarına binerlerdi. Harpte iki derin hat üzerine nizâm alır, değişmeli olarak düşmana hücûm ederlerdi. Her süvârî sefere bir de yedek at götürmek mecbûriyetindeydi.
Sipâhî ocaklarına kaydolunacaklar hakkında "hat" denilen pâdişâhın tahrîrî irâdesi çıkardı. Bu ocağa gireceklerin ismi evvelâ "mukâbeleci" denilen mâliye memuru defterine kaydedilir. Mukâbeleci, ocaktaki mahlûlleri her ulûfe zamânında bir deftere yazarak vezîriâzama bildirir, o da hükümdâra arz ederdi.
Vezîriâzamın huzûrunda ulûfelerini alacak süvârîler, maaşlarını alırken, "iptida" denilen askerî hüviyetlerini gösterirlerdi. Bu hüviyetlerde, her neferin künyesi, eşkâli ve ulûfe mikdârı yazılı olurdu.
Süvârî ağalarından sipah ağası sancağa çıkacak olursa üç yüz bin; silâhdar ve sağ ulûfeci ağaları da, iki yüz bin akçelik haslarla sancakbeyi olurlardı. Sol ulûfeci ve gurebâ ağaları ise, hârice çıktıkları vakit defter kethüdâsı olurlar, zeâmet ile çıkarlardı.
Kapıkulu süvârîlerinin hükûmet merkezinde yeniçeriler gibi müstakil kışlaları yoktu. Bunlar büyük mikdârda at beslemeye mecbûr olduklarından, çoğu hükûmet merkezine yakın yerlerde bulunurlardı.
Sağ Ulufeciler
Savaşta ordunun ağırlıklarını ve hazineyi korurlardı. Ayrıca saltanat sancaklarını korurlardı. Sağ Ulufeciler,Osmanlı Devleti askeriyesinin Hassa Ordusu'nun Süvariler kısmında yer alırdı. Bu bölüğe Yeşil Bayrak da denilirdi. Sağ ulufeciler 120 bölükten oluşurdu. Sağ ulûfeciler, seferde pâdişahın sağında yürüyen sipah bölüğünün sağında yürürlerdi. Savaş meydanında ve ordunun konak yerinde ise, pâdişâh sancağının sağında dururlardı. Hazîneyi korumak bunların görevleri arasındaydı. Ulufecilerden toplam 7 kişi tayin edilen bölük subaşılığına Subaşı sıfatıyla sağ ulufecilerden 4 kişi tayin edilirdi.Ayrıca ordumuz için de büyük bir önemi vardı. Bu yüzden sağ ulufeciler osmanlı donanmasında yer almaktadır.
Sol Ulufeciler
Savaşta ordunun ağırlıklarını ve hazineyi korurlardı.
Sağ Garipler
Savaşta saltanat sancaklarını korurlardı.
Sol Garipler
Savaşta saltanat sancaklarını korurlardı.
Tımarlı Sipahiler
Klasik çağ Osmanlı ordusunun belkemiğini oluşturan Tımarlı Sipahiler, ordu içindeki en kalabalık asker sınıfını oluşturur. Tımarlı sipahilerin Osmanlı askeri ve idari sistemi içindeki konumları Avrupalı tarihçilerce Orta Çağ Avrupası'nın şövalye sistemi ile karşılaştırılmalarına ve bazı kaynaklarda "Osmanlı şövalyeleri" olarak tanımlanmalarına neden olmuştur.
Kökenleri
Tımarlı sipahi sınıfı temel olarak Türk atlı göçebe hayat tarzından kaynaklanan Alp veya Batur olarak adlandırılan "bey'e yeminle bağlı asil, atlı savaşçı tipi"nin Klasik Osmanlı çağındaki ifadesidir. Bu asker sınıfı, Türklerin Ön Asya'ya göçerek yerleşik devletler kurması sürecinde bir profesyonel ordunun yaratılması amacıyla bu göçebe savaşçı sisteminin yerleşik hayat düzenine uyarlanması sürecinden doğmuştur. Büyük Selçuklu Devletinde "ıkta" adını alan ve daha sonraki süreçte "dirlik" olarak Türkçeleştirilen bu idari ve ekonomik sisteme bağlanan ve sipahilik (Farsça:silahşör,asker) adını alan bu savaşçı sınıfı Büyük Selçuklu ordusunun temelini oluşturmuş; daha sonra Büyük Selçuklu Devletinin mirasçısı olan Anadolu Selçuklu ve diğer Türkmen devletleri de tımarlı sipahi sistemini geliştirerek sürdürmüşlerdir. Anadolu Selçuklu Devleti'nin halefi olan (ve Ertuğrul Gazi'nin Söğüt ve Domaniç bölgesini Anadolu Selçuklu Hanı'ndan tımar olarak aldığı düşünülürse kendisi de kuruluşunu bu sisteme borçlu olan) Osmanlı Devleti tımarlı sipahi asker sınıfını da diğer kurumları ile beraber miras almış, devletin genişleyerek Anadolu'ya yayılması sürecinde Sultan 1.Murad Han zamanında tam anlamıyla düzene oturmuştur.
Özellikleri
Tımarlı sipahilerin temel vazifesi savaş zamanında savaşa katılmak, barış zamanında bulundukları bölgenin güvenliğini sağlamak ve Tımar sistemine göre tımarı dahilindeki halktan vergi toplayarak. bununla hem kendini geçindirmek, hem de tımarının büyüklüğüne göre asker yetiştirmekti. Böylece hazineye yük olmadan ve ayrıca masraf gerektirmeden ordunun insan, silah, malzeme ve eğitim açısından her an harbe hazır olması ve barış zamanı da ülke genelinde asayişin korunması sağlanıyordu.
Timarlı sipâhiler tamâmen Türk soyundan gelirdi. Hatta bu durum tımarlı sipahi kanunnamesinde özellikle belirtilerek Türk soylu olmayanların sipahi olması yasaklanmıştır. Bu yasağın kökeninde tımarlı sipahiliğin Oğuz kabile toplum sistemine dayanan kökenleri olduğu düşünülmektedir.Bu sebepten ötürü sadece nüfus çoğunluğunun Türk olduğu eyâletlerde timar ve zeâmet teşkilâtı yapılmıştır. Tımar her eyâlette bulunmazdı. Meselâ Cezâyir, Tunus, Trablusgarb, Mısır, Yemen, Bağdat gibi eyâletlerde tımar ve zeâmet yoktu.
“Ednâ” denilen küçük timar sâhipleri er ve erbaş; “evsâf” denilen orta tımar sâhipleri astsubay; “âlâ” denilen büyük timar sâhipleri küçük rütbeli subay derecesindeydiler. Küçük zeâmet sâhipleri binbaşı, orta zeâmet sâhipleri yarbay, büyük zeâmet sâhipleri alay beyi rütbesindeki yüksek rütbeli süvâri subaylarıydı.
İki türlü tımarlı olurdu: Tezkireli ve tezkiresiz. Tezkireli tımarlılar, tımarı merkezden, yâni İstanbul’da Dîvân-ı Hümâyundan doğrudan doğruya alanlardır. Tezkiresiz timarlılar ise dirliklerini Beylerbeyinin arzı üzerine alırlardı.
Bir tımarın ilk üç bin akçalık çekirdek kısmına kılıç gerisine terakki denilirdi.Her üç bin akça için sipâhi yanında kendisi gibi atlı ve teçhizatlı bir asker getirmeğe mecburdu. Cebeli (cebe: zırh) denilen bu erler, sipâhinin çocukları, kardeşleri, akrabâsı olacağı gibi, toprağı işleyen herhangi bir kimse de olabilirdi. Bâzı tımarlarda kılıç iki bin akçaya, hatta daha aza düşebiliyordu. Bâzı timarlarda ise en çok altı bin akçaya kadar çıkabiliyordu.
Sefer ilân edilince sipâhiler, Seraskerin bulunduğu yere gelir, yoklama olurlar, dirlik sipâhileri ve cebelileri ayrı ayrı deftere yazılırdı. “Sipâhi ve cebeli falanca paşanın defterlisidir” diye bilinirdi. Sefere dâvet olunup da sefere iştirak etmeyen sipâhinin elindeki timar zaptolunur, başkasına verilirdi. Kânunen götürmek mecburiyetinde oldukları cebeliyi getirmeyenler ve götürüp de kaçanların yerlerine diğerlerini tedârik edemeyenler hakkında da aynı muâmele tatbik olunurdu.
Yığınak emri gelince her tımar sâhibi, cebelileriyle berâber, kendi kazâsının belirli yerinde toplanırdı. O kazâdaki timarlılar, çeribaşı denilen sipâhi yüzbaşısının emrinde bulunurlardı. Çeribaşı da alay beyinin emrine giriyordu. Alayını toplayan alay beyi, sancak beyine gidip hazır olduğunu bildiriyordu. Kendi mâliyet askerini de alan sancak beyi, bu sipâhi alayıyla berâber, beylerbeyine katılmak üzere harekete geçiyordu. Bu iş büyük bir süratle yapılıyordu.
Beylerbeyilerin izin vermesiyle sancak beyleri tarafından bir kısım sipâhiler memleket muhâfazası için yerlerinde bırakılabilirdi. Sipâhi sefere gittiğinde yerine vekil olarak bıraktığı korucu, dirlik sâhibinin yokluğunda toprağın muntazaman işlenmesine nezâret ederdi. Eğer sipâhi harbin uzaması hâlinde kışı hudutta geçirmek emri alırsa, dirliğine harçlıkçı denilen bir vekil göndererek, yıllık gelirini bulunduğu yere getirtirdi.
Timar ve zeâmet; sâhibi ölünce, ekseriya büyük oğluna, yoksa kardeşine veya yeğenine verilirdi. Fakat bunun için timar ve zeâmetin bağlı olduğu alay, vârisin toprağı idâre edebilecek kâbiliyet ve şartlara hâiz olduğuna şehâdet ederlerdi. Zâten bir sipâhi subayı, yerine geçecek birini yıllar boyunca hazırlayıp, yetiştirirdi. Bu sûretle dirlik tecrübesiz insanların eline geçmezdi.
Timar ve zeâmet sâhipleri, arâzileri üzerindeki toprakları üç yıldan fazla işlemezlerse, dirliklerini kaybederlerdi. Toprak işlememek, Allahü teâlâya karşı bir günah sayılırdı. Zîrâ toprak sâyesinde Allahü teâlânın kulları beslenirdi.
Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) zamânında timarlı sipâhiler, en parlak devrini yaşadı. Bu zamanda 166.200 timarlı sipâhi vardı; bunun 74.000’i Rumeli, 91.600’ü Anadolu timarlı sipâhisiydi. Bu sûrette Türk atlı ordusu, iki orduya ayrılırdı: Rumeli atlı ordusu ve Anadolu atlı ordusu. Meydan muhârebelerinde ordu düzeninin sağ ve sol kanatlarını bu iki ordu teşkil ederdi.
İlk zamanlarda, Rumeli timarlı ordusunun kumandanı Rumeli Beylerbeyi, Anadolu timarlı ordusunun kumandanı da Anadolu Beylerbeyi idi. Fakat sonradan bu iki kanada da pâdişâh tarafından seçilen vezirler kumanda etmeye başladı. Sultan Süleyman Han devrinde bu iki ordu o derece büyüdü ki, sefer Avrupa’da olduğu zaman çok defâ Anadolu sipâhi ordusu çağrılmaz veya bâzı birlikler çağrılırdı. Sefer Asya’da ise, Rumeli askerleri ya çağrılmaz veya bâzı birlikleri sefere katılmak için istenirdi.
Silahları ve Savaş Taktikleri
Tımarlı sipahiler askeri olarak "ağır süvari"kategorisine girmektedir. Savaşa kendileri ve atları tam zırhlı olarak katılan Tımarlı sipahilerin tipik zırhları: göğüs, karın ve sırtı birbiri üzerine bindirilerek perçinlenmiş şeritler halindeki çelik levhalarla desteklenmiş etekte dize, kollarda dirseğe kadar uzanan örme zırh, yine çelik levha ve zincirden yapılan ve bacakları koruyan "dizçek", yekpare çelik veya bronzdan yapılmış ve önkolu koruyan "kolçak" ve çelik veya tombaktan hareketli burunluklu ve zincir enselikli Türk tipi miğferden oluşmaktadır. Uzak mesafede at üzerinde ok ve yay ile cirit kullanan tımarlı sipahiler göğüs göğüse muharebede kargı, sagir balta, şeşper, bozdoğan, topuz, eğri Türk süvari kılıcı ve kama kullanırdı. Kalkanları ise çelik, bronz veya madeni göbekli ibrişim sarmalı söğüt dallarındanyapılmış hafif, orta boy yuvarlak kalkanlardı. Kanuni döneminden itibaren hafif ateşli silahların da etkin olarak savaş alanına girmesiyle at üzerinden ateşlenebilecek karabina ve piştov gibi ateşli silahlar da sipahilerin silahları arasına girdi.
Tımarlı Sipahiler has ordunun merkezi teşkil ettiği savaş düzeninde sağ ve sol kanatlarda yer alırdı. "Kaz kanadı", "Hilal" veya "Turan taktiği" olarak adlandırılan stratejide akıncıların sahte saldırı ve geri çekilmelerini takip ederek saldıran düşman birliklerinin ardını alarak çembere almak ve çevirdiği düşmanı göğüs göğüse mücadelede imha etmek tımarlı sipahilerin göreviydi.
Sipahi eğitiminde binicilik en önemli unsurdu. Özellikle süvari okçuluğu becerisine önem verilirdi. Sipahi adaylarına kemankeşlik, cirit, matrak ve çevgen oyunları,kılıç başta olmak üzere silahların kullanımı ve karakucak güreş öğretilirdi.
Sonuç
17. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğunun ekonomik ve siyasi olarak duraklamaya girmesi, askeri zaferlerin azalarak savaşların uzaması ve tımar sisteminin istismar edilmesi gibi sebeplerle gittikçe yoksullaşan tımarlı sipahi sınıfı bozulmaya başladı Nihayet Sultan Abdülmecîd Hanın 19 Ocak 1841 fermanı ile kalan son tımarlı sipahileri tımarlarına ölene kadar sahip olmak şartıyla emekliye sevk etmesi ile Büyük Selçuklu döneminden beri Anadolu ve Ön Asya Türklüğünün idari ve askeri aristokrasisi ve bürokrasisini oluşturan tımarlı sipahi sınıfı resmen sona erdi.tanzimat fermanıyla resmen yok oldu.
Lağımcı Ocağı
Osmanlı saray teşkilatında Kapıkulu ocaklarından köprü yapmak veya tamir etmek, düşman tarafından yapılmış lağımları etkisiz hale getirmek, kaleleri uçurmak veya gedikler meydana getirmek yolları açmak gibi görevleri olan teşkilatın adıdır.
Ocağın başında bulunan amire lağımcıbaşı denilirdi. Bu teşkilat mensupları görevlerini uygulayarak öğrenir, bilgilerini arttırırlardı. Birçok savaşlarda ele geçirilmesi imkansız olduğu düşünülen kaleler, lağımcı ocağından yararlanılarak elde edilmiştir. Ancak diğer ocaklar gibi bu teşkilat da zamanla bozulduğundan 1792'de yeni bir düzenleme ile ıslahına çalışılmıştır.
Müsellemler
Osman Bey'in ölümünden kısa bir süre sonra, beyliğin sınırlarının genişlemesi ve kısa bir gelecekte, daha bir genişlemeye namzed olması,Orhan Bey'i askerî, malî ve idarî düzenlemeler yapmak zorunda bıraktı. Gerçekten de beylik çerçevesinden çıkıp güçlü bir devlet haline gelmek için, düzenli bir orduya ihtiyaç vardı. Orhan Bey de bu görüşten hareketle önce orduyu ele aldı.
Orhan Bey'in saltanatının ilk yıllarında askerî kuvvetler, Osman Bey zamanından pek farklı değildi. Fetihler arttıkça toprağa yerleşen Türkmenlerin sayısı artmış, buna bağlı olarak tımarlı sipahî sayısı da çoğalmıştı. Kul veya Nöker denilen sınıf, Osman Bey zamanında olduğu gibi yine ulûfe alıyordu.
Fetihlerin devamı için zarurî olan ordunun organizasyonu, yani, ilk düzenli birlikler, Bursa'nın fethinden sonra ve İznik'in fethinden önce Vezir Alaeddin Paşa ile Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil'in (öl. 1387) teklifleri doğrultusunda yapılmıştı. Buna göre devamlı surette savaşa hazır yaya ve atlı bir kuvvetin bulundurulması gerekiyordu. Bu maksatla Türk gençlerinden meydana getirilen bu ordunun atsız askerine "Yaya", atlı askerine de "Müsellem" adı verildi. Alaeddin Paşa'ya göre askerî sınıfa mensub olan kimseler ile vezirler, özel bir kıyafet giyerek halktan ayırdedilmeliydi. Bu sebeple, bunların giyecekleri elbise ve başlarında taşıyacakları sarığın renk ve biçimi tesbit edildi. Buna göre bunlar "Ak börk" giyeceklerdi. Böylece taşradaki tımarlı sipahilerden de ayrılacaklardı.
Türk gençlerinden kurulan ve her biri bin kişi olan bu askerî birliğin efradı. Çandarlı Kara Halil tarafindan seçilmişti. Aşıkpaşazâde'nin ifadesine göre birçok kişi "Yaya" yazılmak için Çandarlı Kara Halil'e müracaat etmişti. Savaş zamanında bu gençlere önce birer, daha sonra da ikişer akça gündelik verilmesi kararlaştırıldı. Savaş olmadığı zamanlarda da ziraat yapmak üzere kendilerine toprak tahsis edildi. Bunlar, vergilerden muaf tutuldular. Orhan Bey zamanında hassa ordusu sayılan yaya ve müsellemler, kaç sancak varsa o kadar yaya ve atlı sancağa bölünerek başına sancakbeyi tayin edildi. Yaya denilen piyade sııfının her on kişisi için bir baş (onbaşı), her yüz kişiye de daha büyük bir baş (yüzbaşı) tayin edilmişti. Müsellem adı verilen atlı birliğin her otuz kişisi bir "Ocak" meydana getiriyordu. XV. yüzyıl ortalarına kadar fiilen silahlı hizmette bulunmuş olan bu Yaya ve Müsellemler, Kapıkulu ocaklarının kurulup gelişmesiyle yerlerini onlara terk ettiler. Daha sonra Rumeli'deki Yürükler, Canbazlar ve Tatarların katılmasıyla Osmanlı askerî teşkilâtının geri hizmet sınıfını meydana getirdiler. Bu sınıf, köprü yapımı, yol inşaatı, kale tamir ve yapımı ile hendek kazımı gibi işlerde kullanıldı.
Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti 'nin ilk döneminde, yani Osman Bey zamanında beyliğin kuvvetleri iki kısımdan ibaret bulunuyordu. Bunlardan biri, Türkmen aşiretlerinden sağlanan ve kendilerine hizmetleri karşılığında elde ettikleri ganimetler dışında tımar da verilen atlı kuvvetler, diğeri de Osman Bey'in, ücretlerini gündelik olarak verdiği şahsî askerlerdi. Bunlara Nöker deniyordu ki tamamı hür insanlardan meydana gelmişti. döneminde ise Yaya ve Müsellem adı ile yeni ve devamlı bir askerî birlik kurulmuştu.
Bu bilgilerin ışığı altında konuya bakıldığı zaman Osman ve Orhan Bey'ler zamanında Osmanlı ordusu, üç gruptan teşekkül ediyordu. Bunlardan biri aşiret kuvvetleri, ikincisi Nöker adı verilen ve sonradan "azab" adını alan şahsî askerler ki bir çeşit hassa orduyu meydana getiriyorlardı. Üçüncüsü de biraz önce kuruluşlarından bahsettiğimiz Yaya ve Müselle ordusu idi.
Kuruluş döneminden başlamak üzere Osmanlı ordusu "Kara" ve "Deniz" olmak üzere iki kısımdan ibaretti.
Saka Ocağı
Yeniçeri çorbacılarından "saka başı" adında bir kişinin gözetiminde bulundurulan kapıkulu ocaklarının en aşağı sınıfı sayılırdı.
Sakaların "saka başı"ndan başka subayları yoktu. Kapıkulu ocaklarını oluşturan ortalardan herbirine erlerin her çeşit gereksinmeleri için gerekli suyu sağlamak üzere birkaç saka eri görevlendirilirdi.
Ocağın başında bulunan amire lağımcıbaşı denilirdi. Bu teşkilat mensupları görevlerini uygulayarak öğrenir, bilgilerini arttırırlardı. Birçok savaşlarda ele geçirilmesi imkansız olduğu düşünülen kaleler, lağımcı ocağından yararlanılarak elde edilmiştir. Ancak diğer ocaklar gibi bu teşkilat da zamanla bozulduğundan 1792'de yeni bir düzenleme ile ıslahına çalışılmıştır.
Sekbanlar
Yeniçeri ocağının altmış beşinci ortası mensubuna verilen ad. Sekban teşkilâtı, Sultan Birinci Murâd zamânında pâdişâhın av maiyeti olarak mevcuttu.
Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar bağımsız bir teşkilât olan sekban ocağı, 1451'de, yeniçerilerin taşkınlık etmeleri üzerine itâatsizlik eğilimini kırmak için Fâtih'in emriyle yeniçeri ocağına dağıtıldı. O zaman sayıları, altı-yedi bin civârındaydı. Beş yüz sekban da av hizmeti için alıkonuldu.
Yavuz Sultan Selim Han devrinde bütün sekbanlar, bir orta hâline getirilerek, yeniçeri ocağının altmış beşinci ortasını teşkil ettiler. Piyâde ve süvârî sekbanlar, pâdişahla berâber ava giderler, av köpekleri tedârik ederler, sekban fırınında çalışırlardı. Harp zamânında, diğer yeniçerilerle birlikte muhârebeye giderlerdi.
Sekbanların başında sekbanbaşı bulunurdu. Sekbanbaşı, yeniçeri ağası İstanbul'da bulunmadığı zaman ona vekâlet eder, şehrin inzibâtına nezâret ederdi. 1590 yılından sonra, vezir ve beylerbeyilerine sekbanlardan bir miktar muhâfız verildi. Bunlar, eyâletlerde paşaların kapı halkının çekirdeğini meydana getirdiler. Sekbanlık da, 1826'da yeniçeri ocağının ilgâsıyla kaldırıldı.
Topçu Ocağı
Kapıkulu ocaklarının yaya kısmına bağlı müstakil ocak.
Osmanlılarda ilk top kullanılması XIV. yüzyılın ikinci yarısında başlar. I. Murad zamanında ve I. Kosova Savaşı'nda top kullanılmıştır. Niğbolu Savaşı'nda, I. Bayezid'in İstanbul kuşatmasında Osmanlılar top kullanmışlardır. I. Murad zamanında bir Topçu Ocağı olduğu muhakkaktır. Bu suretle Topçu Ocağı'nın Yeniçeri Ocağı'ndan biraz sonra kurulmuş olduğu sonucuna varılır. D'ohsson Topçu Ocağı'nın II. Murad zamanında kurulduğunu iddia etmektedir.
Topçu Ocağı kurulduktan sonra Acemi Ocağı'ndan asker alınmaya başlandı. Top dökmek ve savaşta top kullanmak üzere iki sınıf halinde kurulan ocağa alınan erler şagird olarak deftere geçerdi. Kapıkullarının evlenmelerine izin verilince Topçu ocaklarının babalarının ocaklarına kaydedilmeleri kanun oldu. Topçu Ocağı erlerinden iyi hizmet edenler ya ortalarında terfi ederler veya bölüğe, tımara çıkarılırlardı.
Topçu kışlaları ile top dökümhanesi Galata suru haricinde Kılıç Ali Paşa Camii civarında idi. Topçu Ocağı kışlası III. Selim zamanında genişletilmiş, Tophane'de çıkan bir yangın sonucu Topçu kışlaları ve dökümhaneyi yakmış ve 1823'te bu bölgeler yeniden yapılmıştır.
Top dökümünün şefi dökümcübaşı idi. Bunun bir de muavini vardı. Dökümcübaşının maiyetinde çalışan burgucu, yamacı, kefçegir, çırakcı, dökümcü, haddad, neccar vs. gibi sanatkarlar vardı. Her top dökülüşünde sadrazam ve diğer devlet adamları tophaneye gelir ve top dökümüne nezaret ederlerdi.
Osmanlılar en kuvvetli dönemlerinde ülkenin çeşitli yerlerinde top fabrikası inşa etmişler ve gelecekteki ihtiyaçlarını karşılamak üzere çeşitli yerlerde top gülleleri hazır bulundurmuşlardır. İstanbul'dan başka Semendire Sancağı'nın Baç Madeni, Budin, İşkodra, Pravişte, Doğuda Gülanber'de fabrikalar kurularak top döktürülmüştü. Bunlardan başka Anadolu'da Bilecik, Van, Kiğı, Bosna'da Kamengrad, Baç, Novoberda madenlerinde top yuvarlağı denilen gülleler dökülürdü. Top gülleleri her sene muhtelif çapta ye mühim miktarda dökülürdü. 1564 senesinde Rudnik madeninde 2217 gülle dökülmüştü.
Topların nakilleri Anadolu'da yaya ve müsellemlere, Rumeli'de yörüklere ve daha sonra Evlad-ı Fatihan'a aitti. Top ve güllelerin bazıları araba ile gönderilir, Baç madenindekiler ise Tuna kayıkları ile Varna iskelesine oradan da gemilerle İstanbul'a getirtilerek top mahzenine konulurdu.
Osmanlı ordusunda çeşitli isimler altında ve başka başka çaplarda toplar kullanılmıştır. İstanbul'un fethinde, şayka, prankı ve havayi denilen havan topları, XVI.yüzyılda Tophane'den çıkan topların muhasebesi dolayısı ile düzenlenen defterde ise bacalaşko, zarbazen, havayi, şayka, prankı gibi toplardan bahsedilmektedir. Osmanlılar demir, bakır ve tunçtan top dökerlerdi.
Kalelerdeki top ve cephaneler zaman zaman yoklanır ve noksanları ikmal edilirdi. Osmanlılar özellikle sahildeki kalelerin bütün teçhizatının eksik olmamasına dikkat ederlerdi.
Topçu ortaları efradı ilk zamanlarda katır ve develerle nakledilen hafif toplarla beraber savaşa katılıyorlardı. Topların nakli için daha sonra Toparabacıları Ocağı kurulmuştur. Ağır olup kalekup denilen kaleleri dövmeye mahsus toplar verilen emre göre ya geriden gelir veya hiç savaşa götürülmezdi.
Topçular Tophane'de iki gün atış talimleri yaparlardı. Kapıkulu ve Dergah-ı ali Topçuları sınır ve sahil kalelerinde görevlendirilirlerdi. Bunların amirine Topçular Ağası, Topçubaşı veya Sertopi denilirdi. Bunlar Tophane semti ile Beyoğlu taraflarının muhafazası ve asayişinden sorumlu idiler. Topçu Ocağı kumandanı padişah sefere gitmedikçe sefere katılmazdı. Fakat 1574 tarihinden itibaren topçubaşıların serdar-ı ekremle sefere çıkmaları kanun oldu. Tophanede sivil memurlardan olmak üzere Tophane nazırı ve Tophane emini vardı.
Bir topçu şagirdi nefer topluluğuna geçmek için kendi sahasında dökücü veya topçu imtihanı verir ve o suretle dirlik sahibi olurdu. Topçu ortaları Nizam-ı Cedid'e kadar Ağa Bölüğü ve Cemaat olarak iki kısımdı. Bunlardan Ağa Bölüğü birinci cemaat ismi altında beş bölüğe ayrılmış olup, ikinci cemaatten 72. cemaate kadar devam etmekte idi. En kalabalık bölük de Birinci Ağa Bölüğü'dür.
III. Mustafa 1774'de bir ferman ile sürat topçularını kurdurdu. III. Mustafa'nın ölümüyle kaldırılan bu teşkilat 1782'de tekrar kuruldu. Sürat topçularının hizmet süresi üç seneydi. Osmanlı ordusundaki topçu mevcudu XVI. yüzyılın ilk yansında 1204'tü. Bu yüzyılın sonlarında mevcut 4000 "e yükselmiştir. Köprülüler devrinde 2026, XVII. yüzyıl sonlarında ise 5084, 1743'te 2000, XIX. yüzyılın başlarında ise 5000'den fazladır.
Topçu Ocağı III. Selim'in hal'inde Kabakçı Mustafa isyanına katılmıştı, Vaka-yı Hayriye sırasında topçular hükumete sadık kalarak Sancak-ı Şerif altına gelmişlerdi. Bu sebeple Yeniçeri Ocağı'nın ilgasından sonra Topçu Ocağı yeni şekle göre tertip edildi.
DENİZ KUVVETLERİ:
Osmanlı Deniz Kuvvetleri, Karesi, Menteşe, Aydın gibi denizci beyliklerin hâkimiyet altına alınmasıyla sahip olunan gemi ve personeliyle kuruldu. İlk zamanlarda Karamürsel, Edincik ve İzmit'teki gemi inşâ tezgâhları, Sultan Birinci Bâyezîd Han (1386-1402) zamanında Gelibolu, Sultan Birinci Selim Han (1512-1520) zamanında Haliç, Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) zamanında Süveyş ve zamanla Rusçuk, Birecik tersaneleri kuruldu. Bu tersanelerde kürekli ve yelkenli gemiler îmâl ediliyordu. Buharlı gemilerin keşfiyle 1827'de donanma, Buğu denilen bu gemilerle de donatıldı. Kürekli gemi çeşitleri olarak; uçurma, karamürsel, aktarma, üstü açık, çete kayığı, brolik, celiyye, çamlıca, şayka, firkate, mavna, kalite, gırab, santur, çekelve, kırlangıç, baştarde ve kadırga kullanıldı. Yelkenli gemi çeşitlerinden de; ateş, ağrıpar, barca, brik, uşkuna, korvet, kalyon, firkateyn, kapak ve üç ambarlı kullanıldı.
Donanma-i Hümâyûnun başı 1867 yılına kadar kaptanı derya, bu târihten sonra da bahriye nazırı unvanını taşıdı. Osmanlı donanması, muazzam teşkilâtı, kuvvetli harp filosu, cesur, üstün kabiliyetli kaptan ve leventleriyle Karadeniz, Ege Denizi, Akdeniz ve Kızıldeniz'e hâkim olup, Hind ve Atlas Okyanuslarında Osmanlı sancağı ile armasını dalgalandırıp temsil ediyorlardı. Osmanlı donanmasının 27 Eylül 1538 târihinde müttefik Avrupa devlet ve kavimlerinden meydana gelen Haçlı donanmasına karşı kazandığı Preveze Deniz Zaferi, bugün de Deniz Kuvvetleri günü olarak kabul edilmektedir.
Osmanlı ordusunda; ateşsiz, ateşli, koruyucu silâhlar kullanılmaktaydı. Ateşsiz silâhlar; kılıç, ok, sapan, bozdoğan, topuz da denilen gürz, kamçı, döğen, balta, meç, şimşir, gaddara, yatağan, hançer, kama, mızrak, cirit, kantariye, kastaniçe, süngü, zıpkın, tırpan, çatal, halbart, mancınık, müteharrik kule...
Ateşli Silâhlar, şayka, zarbazen, miyane zarbazen, şahî zarbazen, şakloz, drankı, bedoluşka, marten, ejderhan, kolonborna, miyane, balyemez adlarındaki toplar şişhaneli karabina, çakmaklı, fitilli çeşitleriyle tüfek, tabanca kullanılırdı. Zırh, karakal, miğfer, kalkan da düşman silâhından muhafaza için kullanılırdı.
1839 Tanzimat ilânına kadar, orduyu hümâyûnda mülkî vazifeleri de olan askerî rütbeler şunlardır: Sadâret, vezir, beylerbeyi, ülâ, sancak beyi, alaybeyi, kaymakam, binbaşı, sağ kol ağası, yüzbaşı, mülâzımı evvel, mülâzımı sânî, zabit vekili, başçavuş, onbaşı, nefer.
Son devir askerî rütbeler ve İkinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamanında, 1900'de subay maaşları şöyleydi:
Müşîr (mareşal) iki yüz elli altın, ferik (korgeneneral) yüz altın, mirliva (tümgeneral) altmış altın, miralay (albay) yirmi beş altın, kaymakam (yarbay) on sekiz altın, binbaşı on iki altın, kolağası (kıdemli yüzbaşı) on altın, yüzbaşı beş altın, mülâzımı evvel (üsteğmen) iki buçuk altın, mülâzımı sâni (teğmen) iki altın, nefer (er) bir mecidiye (bir altının beşte biri). Bu maaşlar net ve kesintisiz verilirdi. Her ay da ihsânı şahane (pâdişâh hediyesi) alan pek çok subay vardı.
Kuruluş döneminde Osmanlı Bahriyesi “Tersane Ocakları” adı altında “Tersane Halkı ” ile “Harp Sınıfı” olmak üzere iki bölümden meydana gelmiştir. Her iki bölümün de amiri olarak Kaptan-ı Derya bulunmuş, tersane kuruluşunda Kaptan-ı Deryadan sonra rütbe olarak, Kadırga Kaptanı (Reis) ve tersane Kethüdası gelmiştir.
Azaplar, tersane ve donanmada hizmet eden, tüfek kullanan bir askeri sınıf olarak, tersane halkı içinde teşkil ettikleri bölükleri ile kalabalık bir grup oluşturmuşlardır.
Tersanelerin örgütü kuşkusuz, kadırga ve tahta dönemi esas alınarak yapılmıştır. Bundan dolayı tersane halkının meslekleri çeşitli olmamıştır. Osmanlı Donanması ile tersane hizmetinde bulunan reisler, dümenciler, kalafatçılar, yelkenciler, hep azaplardan meydana gelmiştir.
TERSANE-İ AMİRE: 15. yüzyılın sonlarından itibaren bir Deniz İmparatorluğu olarak yapılanmasını oluşturmaya başlayan Osmanlılar'ın denizciliğe verdiği önem bugün henüz yeterince kavranabilmiş değildir. Karadeniz, Marmara ve Ege denizlerini bir Türk gölü haline çevirdikten sonra, Akdeniz’in hemen tamamında hakimiyetini gerçekleştiren, diğer taraftan Kızıldeniz ve Basra Körfezi’ni kontrolüne alarak yüzlerce yıl deniz yollarının güvenliğini sağlamayı başaran Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezî deniz üssü ise Haliç’te kurulan "Tersâne-i Âmire" idi.
İlk kez Fatih Sultan Mehmed'in Kaptan-ı Derya Hamza Paşa'yı görevlendirmesi üzerine Kasımpaşa Deresi'nin Hasköy tarafında sakin, geniş ve derin bir su alanına sahip olan bir yerde 11 Aralık 1455'de inşa edilen ve "Bir kaç göz, bir cami-i şerif ile kaptan paşalar için bir divanhaneden" oluşan tersaneye Sultan Bayezid devrinde yeni ilaveler yapılmıştır.
Bu tersanenin bir "Devlet Tersanesi" haline gelişi ise 1515 yılında Yavuz Sultan Selim zamanında gerçekleşmiştir. Yavuz Sultan Selim, ünlü bilgin Kemal Paşazâde'ye tersane ile ilgili görüşlerini açıklarken şunları söylemiştir: "Tersâneyi üç yüz aded yapmak isterim. Ta Hisar'dan Kâğıdhâne'ye dek olmak gerekdir ve böyle olması münâsibdir. İnşâallah niyetim feth-i Efrence'dir."
Çaldıran Seferi'nden sonra tersane inşası ile 500 harp gemisi donatılması için Vezir Piri Mehmet Paşa bu işle görevlendirilmiştir. Galata'dan Kâğıthane deresine kadar olan yerde Cafer Bey'in nezaretinde başlayan ve her tersane gözü için 50.000 akçenin tahsis edildiği tersane inşası 1515'te tamamlanmıştır. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışına kadar donanmanın inşaî ve idarî merkez üssü görevini yürütecek olan Galata (Haliç, İstanbul) Tersanesi kurulmuş bulunmaktaydı.
Tersane Kanuni devrinde daha da geliştirilerek müştemilatı ve faaliyetleriyle dünyanın en büyük tersanesi olmuştur.
Bilinenin aksine yüzyıllar boyunca Haliç kıyısında "Camialtı, Taşkızak ve Haliç" gibi üç ayrı tersane şeklinde değil tamamından oluşan tek ve dev bir "Tersane Kompleksi" mevcuttu. Tersane-i Amire, kuruluşundan devletin yıkılışına kadar yüzyıllarca bahriyenin merkezi, Osmanlı Donanması'nın da "merkez üssü" olma konumunu hep sürdürmüştür. 16. yüzyıl başlarında Azap Kapısı'ndan Hasköy'e kadar uzanan Tersane-i Amire'de Hasbahçe'nin yanı sıra Kasr-ı Hümayûn ve idari hizmetlerin yürütüldüğü büyük Divanhane ile birlikte 160 parça bina bulunmaktaydı.
Bu yapı içinde Kaptan Paşa, Tersane Kethüdası, Tersane Emini, Tersane Ağası, Kurşunlu Mahzen Katibi ve diğer yönetim kademesinin de odaları vardı. Gemi ve tersane levazımatının muhafaza edildiği Mahzen-i Sürb'de ise çeşitli demir, çivi, bakır, kurşun levha, kendir, halat, varil, yelken, tente, lenger, top, fanus ve kağıt gibi malzemeler bulunmaktaydı. Tersane Halkı'ndan olan Kalafatçılar, Haddadlar, Neccarlar, Paru-traşlar, Meremmetçiler, Tuc-gerler, Makaracılar, Üstüpücüler, Kumbaracılar, Nakkaşlar gibi çeşitli zanaat kollarının da kendilerine ait iş atölyeleri mevcuttu.
17. yüzyılda inşa ve tamiri yapılan gemi sayısı 1.200'ü bulan Tersane-i Amire'de, donanmanın sefer hazırlığı içinde bulunduğu dönemlerde yoğun bir inşa faaliyeti yaşanırken diğer zamanlarda ise 17. yüzyılın ortalarına kadar her yıl en az 40 kadırga yapılması kanun gereği olarak zorunlu idi. İnşa faaliyetlerinin büyüklüğü 16. ve 17. yüzyılın büyük tersanelerinden olan Venedik Tersanesi ile kıyaslandığında açıkça ortaya çıkan Tersane-i Amire'de gemi yapım, bakım ve onarım işleri dışında bahriye askerlerinin eğitimi ve denizcilik işleri de yapılmaktaydı.
Tersane-i Amire'nin masrafları 1793 yılına kadar Hazine-i Amire'den karşılanırken, İrad-ı Cedid Hazinesi'nin kurulmasından sonra buradan karşılanmaya başlanmış ve 6 Şubat 1805'de ise sadece bu kuruma özel "Tersane-i Amire Hazinesi" kurulmuştur.
16. yüzyılda gemilerin inşa edildiği "Göz" sayısının 140’lara ulaştığı Tersâne-i Âmire’nin gelişim sürecini ortaya koymak deniz ve teknoloji tarihimiz açısından büyük önem taşımaktadır.
Sahip olduğu yönetim binaları, gemi inşa tezgahları, havuzları, malzeme depoları, sosyal tesisleri, tarihe geçmiş zindanı, cami, çeşme ve mezarlıkları ile sadece Haliç kıyılarını değil içerilere doğru bütün bir semti, yani Kasımpaşa’yı denizci bir yapı haline dönüştüren bu kurumun tarihte oynadığı rol dikkatle incelenmelidir.
Hemen her dönemde faaliyetleri Avrupalı yabancı elçi ve gözlemciler tarafından takip edilen ve gelişmeleri devletlerine raporlarla bildirilmiş olan bu tersanenin yüzyıllar içinde geçirdiği süreç, hem Osmanlı Denizciliği'nin ve hem de dünya denizciliğinin gelişim tarihini ortaya koymak açısından önemlidir. Bu gözlemcilerden biri olan Robert Mantran, 17. yüzyılın ikinci yarısında Tersane-i Amire'den "Surlarla kaplı küçük bir kent" olarak bahsetmektedir.
Zaman içinde pekçok tahribata uğramasına rağmen bugün bu tersaneden günümüze ulaşan hâlâ önemli yapılar ve eserler bulunmaktadır. 16. ve 17. yüzyıllarda "Göz" denilen üstü örtülü gemi inşa tezgahlarında gemi yapımı gerçekleştirilirken, 18. yüzyılda Avrupa’daki benzerlerinden daha büyük "Kuru Havuzlar" ile "Taş Kızaklar" kullanılmaya başlanmış, 19. yüzyıl sonrasında ise imalathane, fabrika ve sanayi yapıları inşa edilmiştir.
Eski ve güncel üretim tesislerinden (gözler, maçuna ve darağacı, taş kızaklar, kuru havuzlar, gemi inşa kızakları, vinçler, kapaklı havuzlar, tasarım, modelleme, döküm atölyeleri, motor bakım ve onarım fabrikaları vb.) bir çoğunun bugüne kaldığı bu teknolojik altyapı denizcilik tarihimizden bize ulaşan çok değerli hediyelerdir. Bunların koruma altına alınması, mevcut araç, gereç ve malzemelerin muhafazası ise hayatî önem taşımaktadır.
Osmanlı Devleti'nin 550 yıllık denizcilik birikimini barındıran ve tarihsel sürecin izlerini bugün de okuyabildiğimiz Haliç Tersaneleri aynı zamanda bütün dünya için kayda değer bir "Kültürel, Teknolojik ve Mimari" bir mirastır. İstanbul'un bu tarihî mekânında -bütün denizci dünya devletlerinde olduğu gibi- "Bir Tersane ve Deniz Müzesi Kurulması" ise herkes için çok önemli bir görevdir.
Tersane Ricali, donanma Tersane'de iken gemilerin inşa ve tamir edildiği sırada tam kadro halinde Tersane'de görev yapan yöneticilerden oluşuyordu. Bunlar arasında Tersane Emini, Tersane Ağası ve Din Görevlileri de bulunuyordu. Donanma sefere çıktığı zaman ise Tersane'de işler azaldığından bazısı donanma ile gitmekte ve görevli sayısı azalmaktaydı.
·Emîn-i Tersâne
·Kethudâ-i Tersâne
·Rûznâmçe-i Tersâne
·Kâtib-i İcâre
·Kâtib-i Mahzen-i Çûb
·Halîfe-i Mahzen
·Kâtib-i Mahzen-i Sürb
·Halîfe-i Mahzen-i Sürb
·Miftâhî-i Mahzen-i Çûb
·Kâtib-i Emîn Der İcâre
·Halîfe-i İcâre
·Çavuşân-ı Neccârân
·Ser-Gûmiyân
·Halîfe-i Gûmî
·Çavuş-ı Funda
·Reis-i Funda
·Reis-i Liman
·Kantârî-i Mahzen-i Sürb
·Çavuş-ı Varul
·Kıbtî Ser-Haddad
·Ser-Kalafatçıyân
·Çavuş-ı Mu'temed
·Kâtib-i Büzürk
TERSANE HALKI: Osmanlılarda savaş gemilerinde çalışan kaptan, reis, kalafatçı, kumbaracı ve marangoz gibi görevlilerin topluca adı. Tersane halkı, tersanenin bütün hizmetlerini yürütmek, gemilerin teçhizatını, bakımını ve bekçiliğini yapmak gibi görevler ile mükellef olmuştur.
YAZARDAN
Hiçbir oyunumda tarihten yola çıkmadım ben. Günümüzden yola çıktım. Günümüz olaylarıyla, kişileriyle, sorunlarıyla bir çağrışım uyandırdığı anda tarihe yöneldim. (…) Benim zaman içindeki çevrem, Kanuni Sultan Süleymanlara, simavnalı Şeyh Bedrettinlere, Gılgameşlere dek uzanıyordu. Ama insan aynı insandı. Onların kaygıları, düşünceleri, sorunları, yazgıları…
Çok yanlış olarak tarihsel konulu oyunlar tarihle karıştırılır. Oysa tarih şaşmaz biçimde nesnel, oyun şaşmaz biçimde özneldir. Bir oyun yazarıyla, bir tarihçinin olaylara bakış açıları başkadır, yöntemleri başkadır. Amaçları başkadır. Başka başka bireşimlere gitmeleri doğaldır, olağandır, hatta kaçınılmazdır.
…sanatçı bir şeyleri çözümlemek için yazmaz. (…) Sanatçı sergiler, düşündürür, yorumlamayı da seyir işine ya da okuyucusuna bırakır. Doğru çözüm sonradan doğru yorumlayanlardan gelir. *
*: Orhan Asena’nın söyleşi ve yazılarından alıntılanmıştır.
Kaynak: Nutku, Hülya-CUMHURİYETİN 75. YILINDA BİR YAZAR: ORHAN ASENA-T.C Kültür Bakanlığı Yay.
Haz: Andaç, Feridun-AYDINLANMANIN IŞIĞINDA SANAT İNSANLARIMIZ IV- Papirüs Yay.