KAYNAK: II.Mahmud Dönemi Kıyafet Alanında Yapılan Yenilikler / Mehmet Lale /Y. Lisans Tezi /
Kıyafet Islahatı Öncesi II. Mahmud
Türk devletleri hiyerarşisi içerisinde ayrı bir yere sahip Osmanlılarda giysiler kişinin toplumdaki konumunu göstermekteydi. Giysinin rengi, biçimi, kumaşın cinsi, kıyafet sahibinin toplum nazarında yerini yansıtmaktaydı. Ayrı ırk ve dine bağlı kişilerin de kendilerine özgü ve birbirinden bağımsız kıyafet şekilleri vardı. Selçuklulardan sonra onun devamı olarak kendisini gösteren Osmanlı Devleti, giyimde de belli bir döneme kadar benzerlik arz eder. Özellikle hoşgörülü bir padişah olan Fatih Sultan Mehmet'ten sonra İslam topraklarındaki toplum yansımasının genele yayıldığı görülür. XVI. yy. giysileri ve süslemeleri, İslam kuralları çerçevesi içerisinde kalmakla beraber yeniliklere de açık bir tutum sergilemekteydi.
Osmanlıda ise, I. Murat'la beraber, sistemli bir şekilde belirmeye başlayan devlet erkanı, Yeniçeri Ağası, Haseki, Ortabaşı, Çorbacı, Ulufeci, Sipahi, Akıncı, Vezir, Kaptan-ı Derya, Katip, Şeyhülislam, Bostancıbaşı, vb. birçok kademede kendini göstermiş, prosedür gereği giyinmişlerdir. Osmanlılarda XIV. yüzyılda erkekler çeşitli renkte sırma kumaştan üretilen elbiselerin kolları bileklere kadar dar ve uzun, içten ilik ve düğme ile kapatılmıştır. Elbisenin üzerine genelde kaftan giyilmiştir. Kaftanlar da saray kıyafetlerinin en önemlilerindendi. Bu dönemde sarıksarmak pek yaygın olmadığından Mevlevi külahı daha yaygın kullanılmıştır. XVI.yy da kırmızı mücevveze kullanımı yaygındı. Şehirlerin çeşitli yerlerinde sarıkçı dükkânları ortaya çıkmıştı. Asker takımı kesin olarak mücevveze sinden tanınırdı. Sadece Divanı Hümayunda değil dışarıda da kullanılırdı. Padişah Yıldırım Han zamanında asker bölüklerinin tanınmalarında hataya sebep olduğundan elbiselerinin çeşit çeşit yapılması uygulamasına gidildi. Padişah sipahilerine ve saray görevlilerine özel beyaz külah giydirilirdi. Devletin ve sarayın ileri gelenlerine, bunların adamlarına kırmızı börk giymeleri uygun bulundu. Fatih zamanında ise beyaz sarık sarmak yaygınlaştırıldı. Giyilen börklere çeşitli sırma nakışlarla süslenerek yeniçeriye has bir başlık haline getirildi. Yüksek rütbedeki devlet görevlileri ise kızıl börk kullanmakla beraber değişik süslerle çeşitlendirilmişti. Üsküf ise yeniçeri bölükbaşları arasında kullanılmakla beraber Sultan Murat zamanında ince altın işlemelerle süslenerek yüksek makam sahiplerinin giyimi oldu. Bazı seferlerde ve toplantılarda Osmanlı Padişahları üsküfü sultanlık tacı ederlerdi. Bunların yanı sıra Osmanlının daha sonraki dönemlerinde, dar uzun kollu ve dizlere kadar uzun boylu elbiseler gözde tutulmuştur. Elbisenin bele kadar olan kısmı düğmelerle kapatılırken, bel kısmına uygun şekilde kemer takılmıştır. Alt giysi olan bu elbisenin üzerine, kısmı açık ve kısa, arkası uzun, kolları dirsekte olan üstlük giyilmiştir. Sarığın külahın üzerine sarılmasıyla beraber tüylü sorguç takılmıştır.
Kadın giyiminde ilk göze çarpan ve sokak giyimlerinin en eskisi ferace olduğu anlaşılmaktadır49. Ferace, önü açık, beden olarak bol, dizlere veya topuklara kadar uzun, döneme göre değişen yakası, yanlarında dikey yırtmaç cepli, sokağa çıkarken giyilen, sokak giysisidir50. Hali vakti yerinde olan bayanlar iç çamaşırı olarak ipekten yapılmış ince kumaş kullanırlardı. Ev içerisinde ise pamuklu, cübbe denilen mintanlar kullanılırdı. Mintanların üzerine genelde ceket ve bunu da bele sarılan süslü kemerlerle kullanırlardı. Dışarıda Müslüman kadınlar sarı renkte "çedik" pabuç, gayri Müslimler de koyu renk ayakkabı giyerlerdi. Düğün günlerinde ise gelinler en değerli elbiselerini giyerek kıymetli takılarını ihmal etmezlerdi.
Döneminde Anadolu'nun hemen hemen her tarafını gezmiş olan XVII. yüzyıl ozanlarımızdan Karacaoğlan'ın şiirlerine baktığımızda o döneme ait, özellikle kadın giyimi ve süslemesiyle ilgili bilgiler göze çarpmaktadır. Bunlar daha çok Türkmen ve Yörük giyim kuşamına ışık tutmaktadır. Adıyla, rengiyle, kullanılış yeriyle tek tek kıyafetleri dolaylı yönden anlatmaktadır. Şiirlerinde anlatılan bir takım giysiler, süslemeler, şekliyle, rengiyle, malzemesiyle, günümüze kadar gelmişlerdir.
"Sevdiğim üstüne dört libas giymiş, Bir kara, bir yeşil, bir al, bir beyaz "
Karacaoğlan'ın bu dizelerinden anlaşılacağı gibi o yüzyıl içerisinde yaşayan bayanların giyinme biçimlerini, renk seçimlerini dile getirir.
"Üç gün oldu bizim evler göçeli,
Üç gün oldu Ceyhan suyun geçeli,
Önü al önlüklü, yüzü peçeli, Hanım kızlar yürüsün de gidelim "
Yukarıdaki dörtlükte de "yüzü peçeli hanım kızlar" derken bayanların peçe kullandıklarını anlatmaktadır. Peçe bir çeşit takının adıdır. Bazı yörelerde aynı takıya "perperi" denmektedir54. Karacaoğlan başka bir şiirinde ise;
"Sarı edik giymiş gocu dizinde
Arzumanım kaldı ala gözümde "
Sarı edik, sarı çizme Türkmen kızının ve gelinin şanındandır. Çizmesine gümüş, altın nalça takan gelin yürüdükçe kulaklarda hoş bir seda bırakır. Bahsedilen sarı edikler, çizmeler büyük bir inançla, yakın zamana kadar giyilirdi. Karacaoğlan şiirlerinde Türkmen kızı ve gelinlerini anlatırken giyilen önlüklerden, başa takılan çiçeklerden, altın çelenklerden de söz etmektedir. Türkmen gelinini anlatırken bir dörtlüğünde; Türkmen gelini başına al bağlar, alın üzerine yeşil çeker. Al renk gelinliği, yeşil ise soyluluğu dile getirir. Al ve yeşil Türkmen gelininin geleneklerinede uyar .
Yukarıda da anlatıldığı gibi kıyafetlerdeki her rengin kendine has bir anlamı vardı. Eski Türklerden beri süregelen matem rengi İslamiyet'ten sonrada Türklerde gelenek halinde devam etmiştir. Ancak İslam öncesi Türklerin, yası ifade eden renkleri siyah değil beyazdı. Orhan Bey zamanında Anadolu'ya gelen Arap seyyahı İbn-i Batuta bu eski Türk geleneğinin devam ettiğine şahit olduğunu yazmıştır. Yalnız, zamanla beyaz renk yerini siyaha bırakmıştır. Ne zaman ve ne şekilde değiştiği belli olmasa da 1520 yılında Yavuz Sultan Selim'in cenaze törenine K.Sultan Süleyman'ın siyah elbise giydiği bilinmektedir. Tahmini olarak bu geleneğin XV. yüzyıldan itibaren renk değiştirdiği düşünülmektedir56. XVI. yüzyılda kaleme alındığı tahmin edilen fakat Orta Asya Türk destanlarından izler barındıran Dede Korkut Hikâyelerinde de matem rengi, kara olarak belirtilmiştir. On iki hikâyenin her birinde, "al çıkarıp kara don giyme" söylemine sıklıkla rastlarız. Üçüncü hikâye olan Kam Püre oğlu Bamsı Beyrek hikâyesinde tekfur elinde zindana düşen Bamsı Beyreğin esir olduğu ailesine ve nişanlısı Banu Çiçeğe bildirilince; bütün oba ve Beyreğin nişanlısı Banu Çiçek'te "al çıkarıp kara don " giymiştir.
En eski kültürü üzerinde barındıran ve devamlı topluluklardan biri olan Türkler; aşağı yukarı dört bin yıllık mazileri boyunca Asya, Avrupa, Afrika kıtalarına yayılmış büyük bir millettir. Bunun yanı sıra; Orta Asya'da ki anayurttan etrafa yaptıkları sürekli göç hareketleri, Türklerin nüfusça kalabalık olduğunu da gösterir. Türkler bu nüfus çokluğu ve faal durumları dolayısıyla dünya tarihindemühim rol oynamışlardır. Bütün toplumlar için genel kültür unsurları aynı olduğu halde kuşaktan kuşağa geçen kültür mirası, aynı kültür unsurları içerisinde toplumdan topluma farklılık gösterir. Bu tarihteki Türk devletlerinde de böyle olmuştur. Giyim kuşam da buna en güzel örneklerden birini teşkil eder.
ISLAHAT ÖNCESİ KIYAFETLERİ
Kuşaktan kuşağa geçen kültür mirasının bütün toplumlarda farklılık arz etmesi, değişik özellikler göstermesi kültür unsurlarının farklı coğrafi sosyal ekonomik ve politik etkiler altında oluşması sebebiyledir.Salt Türk kültürü söz konusu olduğunda; bu kültürün Hunlardan itibaren hemen hemen her alanda bir dizi değişikliklerden geçerek bu günkü içeriğini kazandığı ve varlığını sürdürdüğünü kabul etmek gerekir. Dildeki ağızlar bir kenara bırakılırsa bugün Anadolu'da konuşulan Türkçenin; Hunlar, Uygurlar, Göktürkler dönemindeki Türkçeden farklı olduğu kuşkusuzdur. Hatta yakın dönemin Osmanlıcasından da farklıdır. Devletlerin değişik topluluklarla karşılaşması ve toplumlar arası etkileşimle beraber, yıldan yıla siyasi, sosyoekonomik, dinsel sebeplerle kıyafetlerde şekil değişikliği meydana gelmiştir.
ISLAHAT ÖNCESİ KIYAFETLERİ
II. MAHMUT'UN KILIK KIYAFET ALANINDAKİ ISLAHATLARI
1808 'de Alemdar Mustafa Paşa'mn çok kısa sürmüş olan sadrazamlığı zamanında Sekban-ı Cedid adıyla kurulan yeni talimli askeri kıtaları efradının başına giydirilmiştir. Daha önce III. Selim Nizam-ı Cedid neferlerinin başlarına Bostancı baratası giydirmişti. Bu sefer şubaranın asker serpuşu olarak kabulü, hem Nizam-ı Cedid'in ihya edildiği fikrini vermemek hem de sekbanları yeniçeriden ayırt etmek içindi. Müverrih Şanizade Ataullah Efendi'nin ifadesiyle; Sekbanların başlarına Rumeli halkına mahsus Şeşpare (Alt parça) den bozma şubara denilen altı, yedi sekiz dilimli kalpak giyilirdi. Cevdet Paşa da; o devirde İstanbul'da her tabakadan halkın arasında salgın halindeki süslenme merakından bahsederek sekbanlar ve şubaraları için şunları kaydediyor: "Sekbanların maaşları dolgundu, sekban neferleri ve zabitlerinden bazıları da şubara dedikleri kalpaklarını altın tel ile dokunmuş ala şeritlerle süslediler. Ve şubaralarının tepelerine düğmeden büyük Hürmüz incileri taktılar, bunun ile de yetinmeyerek 1500 kuruşluk şallar sardılar, serpuşununyağmurda dağılması, güneşte solması Sultan Mahmut'u yeni arayışlara sevk etti ".
II. Mahmud Dönemi Subay Kıyafeti
Kaptan-ı Derya olan Koca Hüsrev Paşa, Fransız çavuşu vasıtasıyla maiyetindeki askerler ve kölelere Mısır'daki Cihadiye Askeri gibi Fransız askeri talimi yaptırdığı sırada başlarına da Tunus'tan getirttiği fesi giydirtmişti. Daha sonra Hüsrev Paşa, askerlerini Serasker kapısına nakletmiş ve bir Cuma selamlığında neferlerini selamlığa çıkartmıştı. Sultan Mahmut bu fesli askeri görünce serpuşları hoşuna gittiğinden askere fes giydirilmesi hakkında Vezir-i Azam'a şifahi talimat vermişti.118 Yeni kurulan askeri birliğin serpuş meselesini görüşmek üzere Bab-ı Fetva'da bir meclis toplanmıştı. Toplantıda fes'in şer'an, örfen ve aklen boyutları tartışılmış ve bu bağlamda toplumun buna karşı oluşabilecek reaksiyonu değerlendirilerek fes kabul olmuş ve padişah'a arz edilmiştir. Böylece Osmanlı kültüründe bir yüzyıl sürecek fes modası serüveni başlayacaktı.119 Ahmet Rasim eserinde; Evliya Çelebi'nin seyahatnamesinde XI. Hicri yüzyıldaki kıyafetten bahsederken Kasımpaşa halkını üçe ayırdığını söylemektedir ve bir grup askerlerin Cezayirli elbisesi ve kırmızı fes üzere kafes destar tipi giyindiklerini söyler. Bununla beraber 1731'de Sultan I. Mahmut'un çıkarttığı bir emirde; İstanbul kadınlarının çoğunun başlıklarına 10 değirmiden 20 değirmiye kadar, ileri gelenlere özgü, uzun nakışlı yemeniler bağlayacaklardı. İnce yaşmak ve örtüleri altından göründüğü ve yakaları iki arşın kadar atlas zıncıklı, hare, sof ve çuhadan sıkma feraceler giydikleri için bu kıyafetin yasak edildiği ilan edilmiştir. II. Mahmut döneminde yapılan kıyafet nizamnamesi çerçevesinde kıyafetler ve fes resmileşecekti.
Asakir-i Mansure'ye verilen şubaraların güneş ve yağmura karşı dayanıklı olmadıkları, bunun yerine fesin uygun olduğu görülmüştür. Akd-i mecliste bulunan İslam ulemaları, Serasker Paşa, Hüseyin Paşa, Kaptan Paşa, Dersiam Ahiskalı Ahmet Efendi, Akşehirli Hacı Ömer Efendi, Türkmen Zade Ahmet Efendi ve Hoca Efendiler yapılan toplantıda hazır bulunmuşlardır. Yapılan görüşmede, Asakir-i Mansure elbiselerinin güzel şekil oluşturduğunu ancak şubaralarda birkaç renkte ve çeşitte yapılmasına karşın, çuhalar çabucak bozulmuştur. Bunun için birkaç çeşit yapılıp hatta Mısır ve Hicaz taraflarında Sunuf-u Askeriyeye mahsus olan fes ikası, şubaraların 7,5- 8 veya 9 kuruşa tanzim olmuştur. Bunların bir seneden daha fazla dayanabileceği, hatta Tunus'tan 5 - 10 fesçi ustası getirilerek Der saadette yaptırılmasının daha ekonomik olacağı düşünülmüştür. Ancak bunun İslam hukukuna uygunluğu görüşülmüş ve kanaat olarak bu kisvenin İslam'a ters düşmediği Mısır ve Mağrip'te Sunuf-u Askeriyede, tümünün fes giydiği hatta Mekke-i Mükerreme Şerifi askerlerinin dahi giymesinde bir beis görülmemiştir. Bunun üzerine Kaptan Hüseyin Paşa'nın desteğiyle tüfenkçi namıyla bir takım fesli istihdam olmuştur. Şer'an ve aklen fes kullanılmasına bir şey söylenemeyeceği vurgulanmıştır. Bu arada serpuş püskülünün uzun olması dahi tartışılma konusu olmuştur. Netice de bunun yarım parmak kısaltılmasında hem fikir olunmuştur. Yapılan bu girişimlere karşın herhangi bir şekilde muhalif söylentilerin önüne geçmek içinde sert tedbirler alınacağı bildirilmiştir. Bunlarla beraber camilerde Cuma günleri yapılan vaazlarda bu konuların gündeme getirilerek bilinçlendirme çalışmalarının yapılması uygun bulunmuştur. Padişah, bu meselenin meclis tarafından ittifakla kararlaştırmasını memnuniyetle karşılayarak bu konuya gerekliehemmiyetin gösterilmesini emri ferman buyurmuştur. Sultan Mahmut, Sadrazamın bu takriri üzerine Hatt-ı Hümayununu yazarak kararı tasvip etmiştir . Alınan kararın hemen akabinde Tunus'a 50.000 fes ısmarlandığını Lütfi Efendi şu şekilde anlatmaktadır: "Atfen beyan olduğu üzere Asakir-i Mansure elbisesinin tahfifi sonrada başlarına sefer ve hazırda münasip bir şeyler giydirilmesi tasvir olunmuş idi. Serasker Hüsrev Paşa'nın Bab-ı Seraskeriyyeye nakledildiği alayın fesleri gibi fes gelmesine irade taallukuyla lazım gelen feslerin tedarikine şuruğ ve o sırada Tunus beylerbeyine 50.000fes sipariş kılındı".
Nizamname ile askerin fes giymesi kuralı getirildikten sonra gerekli ihtiyacı karşılamak üzere İmparatorluk dâhilinde özellikle, İstanbul, Edirne ve Bursa'da ilk teşebbüslere girişildi. Askere getirilen bu kuralın yanında halkta da fese karşı bir muhalefet olmasının yanı sıra, büyük ölçüde istek te doğmuştu. Toplumun aşırı talebi nedeniyle ülke çapında eğilim artmıştı. Buna mukabil, aynı tarihlerde Avrupa fabrikalarında üretilen mamuller, ülkede ortaya çıkmış olan açığı kapatabilmek için ithal edilmiştir. Böylece ortaya çıkan ihtiyacın, ancak modern ve büyük bir sanayi tesisi kurularak karşılanabileceği anlaşılmıştır. Sonuçta gereken girişimler yapılmış, İstanbul'da ilk defa Kadırga semtinde hazine-i hassa'ya ait bir konakta fes haneyapılarak üretime başlanmıştır . Üretilen feslerin fiyatları ilk etapta 12,5 kuruştu. Daha sonra Beykoz'daki yan kuruluşların yapımıyla; Büyük feslerin 9,5, küçüklerin4,5 kuruşa mal edilebileceği tahmin ediliyordu. Aynı zamanda, üretimde zikredilen şehirlerin yanında Selanik'te de üretime geçildiği anlaşılmaktadır. Üretilen fesler kalite itibariyle asla Tunus feslerinin kalitesini tutmuyordu. Yerli feslerin Tunus fesleri ayarına çıkartılabilmesi için bir takım çalışmalar yapılmış, nihayetinde; Tunus'tan fes yapımının inceliklerini kavramış ustalar getirilmişti126. Fakat Tunuslu ustaların bölgelerinden fes ithalinin durmaması için gönülsüzçalıştıkları gözden kaçmamıştır.
Dışarıdan gelen ve içeride üretimi yapılan feslerden daha kalitelisi Tunus fesleri idi. Tabiatı ile en yüksek fiyat bunlara biçiliyordu. Avrupa fesleri ise Tunus'tan getirilenlerden daha ucuz idi. Böylelikle ülke içerisinde yerli fesler ile ithal feslerin rekabeti ve pazar payını kapma yarışı başlar. Fes hane yerli üretimin payını artırmak için dönemin tek süreli yayın kuruluşu, devletin resmi organı Takvim- i Vekayi'ye 24 Temmuz 1836'da ithal fesleri karalamak için bir ilan verir. Bundan da amaç; Tunus'tan ve başka ülkelerden getirilip piyasaya sürülen feslerin, Fes hane de üretilen feslerden fiyat bakımından pahalı, kalite bakımından düşük olduğu iddia edilerek, yerli malların satışlarının hızlandırılmasıydı128. 1838 'de II. Mahmut'un İngiltere, Fransa, Avusturya ve diğer devletlerle yaptığı ticaret anlaşması ile yabancı tüccarlar yeni haklar kazanmıştı. Yine, dışarıdan ülkeye girecek mallara %5 gümrük resmi uygulaması getirmişti129. Batılı tüccarlar böylelikle düşük vergi ile mallarını satma imkânı bulmuşlardı. Buna mukabil; ülke batılı devletlere hammaddesatan ve mamul madde satın alan devlet konumuna düşmüştü . Bunun üzerine Osmanlı'daki el tezgâhları zarar etmiş ve bir karşı kampanya başlamıştı. Diğer mallar gibi fes te ülkeye getirilip ucuz bir şekilde piyasaya sürülerek yerli fes karşısında avantajlı bir durum sağlamıştı. Fes hane daha önce sadece kendi açtığı dükkânlarda mal satıyordu. Daha sonra Pazar payını kaybetmemek için, Yeni Cami, Mahmut paşa, Nuriosmaniye'de açılan dükkânlarda da fes hane damgası vurularak satılmaya başlanıldı.
Tunus'ta imal edilen fesler İspanya yapağısı adıyla merinos koyununun yapağısından yapılmaktaydı. Fakat Harir Nazırı Ömer Lütfi Efendi, yapağının denenmesini uygun gördü. Daha sonra beklenen kalitede olmadığından dolayı merinos koyununun yapağısının ithaline karar verildi. Türkiye yünlerinden fes yapılamadığından İspanya yününden yapılması hakkında Ömer Lütfi Efendi teklifte bulunmuş, bu hususta çalışmalar yürütülmüştü.
1. Fes hanenin Kuruluşu ve İmal Çalışmaları
Fesin resmi başlık olması uzun tartışmalar sonucunda kabul edildikten sonra alınan kararın hemen akabinde Tunus'a 50,000 fes ısmarlandığını Lütfü Efendiden nakletmiştik. Bu münasebetle fes imali başlıca bir husus olduğundan, buna erbabı dirayet ve liyakatten birinin memuriyeti düşünülmüş, böyle hususlarda imal tecrübesi ve mahareti olan İzmirli Kâtip Zade Mustafa Efendi fes nazırlığına ataması yapılmıştı133. Nizamnameyle askerin fes giymesi kuralı getirildikten sonra, gerekli ihtiyacı karşılamak üzere imparatorluk dâhilinde özellikle İstanbul, Edirne ve Bursa'da ilk üretim teşebbüslerine girişildi.
Unutmamak gerekir ki, 1830'lu yıllar batıda sanayi devriminin çok canlı ve etkili olduğu bir dönemidir. Özellikle tekstil alanında yeni yeni teknikler ve makineler geliştirilmekteydi. Çuha ve Fesin Osmanlı Devleti için o günlerin sanayi ürünleri içerisinde önemli bir yeri olmasının nedeni ise şu şekilde açıklanabilir. Bilindiği gibi o tarihlerde yeni kurulan ordu düzenine göre askeri giyim değiştirilmektedir. Örneğin; fes giyme kararının alınmasıyla askeriye ile birlikte halk içerisinde aşırı talep nedeniyle ülke çapında büyük ölçüde kumaş ihtiyacı ile karşı karşıya kalınmıştı. Öte yandan aynı tarihlerde Avrupa fabrikalarında üretilen mamuller, ülkede ortaya çıkmış olan açığı kapatabilmek için ithal edilmişti. Bu durum ise zaten bozuk olan ülke ekonomisine büyük bir yük getirmişti. Böylece ortaya çıkan ihtiyacın, ancak modern ve büyük sanayi tesisi kurularak karşılanabileceği anlaşılmıştır. Sonuçta gereken girişimler yapılmış İstanbul'da ilk defa Kadırga Semti'nde Hazine-i Hassaya ait bir konak Fes hane yapılarak134 üretime başlanmıştı. Kadırga Cündi Meydanındaki bu imalathanede başlangıçta fiyatlar feslerin masrafları hariç, 12,5 kuruş civarında idi. Lakin Beykoz'da su dingi yapıldığı ve iplikhanede iplik ve hallaç çarkları tamamlandığında büyük feslerin 9,5 küçüklerin 4,5 kuruşa mal edileceği bildirilmiştir. Ayrıca 10 günde 250, hatta işçiler ustalaşıp tecrübe kazanırsa daha fazla fes imal edileceği, çıkrıkların tanziminden sonra takriben miktarın 1000'e ulaşacağı düşünülüyordu. Bu aşamaya gelinceye dek 10 günlük üretim 500 fes civarında olacağı şekilde tahminler yürütülüyordu. Ancak H. 1243/M. 1828 senelerinde fes ithali için yapılan harcamalar büyük bir yük getirerek hazineyi bir hayli sarsmıştır135.İstanbul'daki üretim faaliyetlerinden sonra Edirne ve Bursa'da da fes imaline girişilmişti. Bunu da zaruri kılan, ihtiyacı hissedilen 50,000 fes yapımının İstanbul'daki üretim kapasitesinin üzerinde olmasıydı. Gerek sayı, gerek kalite olarak tatmin edici bir seviyeye ulaşarak Edirne ve Bursa'da da üretim yapılabileceği ispatlanmıştı. Bursa'dan örnek olarak gönderilen ilk fesler, İstanbul ve Edirne'de yapılanlardan yumuşak olduğu halde fesin tipi ve rengi itibariyle standart sayılabilecek şekle ulaşmamıştı. Daha sonra bu üç şehirde de imalatın yapılmasına karar kılındı. Aynı zamanda Selanik'te de fes imalatına başlandı. Selanik'te yapılması ferman buyrulan fes için beyaz perdahçı, kardon, tarak, boya tertibi, prinkon boyası136 gibi çeşitli edevat hakkında fes levazım pusulasından bilgi alınmaktadır.
Yerli feslerden, fes nazırı tarafından imal ettirilen İstanbul'daki feslerin kalitesi 1829 senesi sonlarında ve 1830 Mayıs ortalarında henüz Edirne, Bursa ve Selanik'te yapılanların kalitesine ulaşılamamıştı. Gerek bu anlatılan husus, gerekse fes fiyatlarındaki hususi bazı tereddütler H.1245/M.1830 Fes Nezaretinin lavıyla neticelendi. Bundan sonra ithal malı feslerin fesçi esnafına gelmesi veya bunların İhtisap Nazırının huzurunda, gümrük emini ve Masarıfat nazırı olanlar tarafından fiyat tespit edilerek yapılmasına karar verilmişti. Yerli ve ithal malı fesler, fes nazırı tarafından damgalanmaktaydı. Fakat müşterilerin damga fiyatının altında satın almaları, ayrıca İzmir'e gelen çok sayıda Tunus fesini, fes nazırının "rabıtasız" hareketi dolayısıyla sahipleri tarafından yabancı tüccarlara devri sebebiyle fiyatının yükselmesi gibi hususlar dikkat çekicidir. İthal malı feslerin bundan böyle İhtisap Nazırı* ve gümrük emini olanlar tarafından müştereken satın alınıp elbise ambarına teslim edilmesi kararının alınmasına sebep olmuştur137.
İzah edilenlerle beraber ülkede imal edilen fesler, asla Tunus feslerinin kalitesini tutmuyordu. Yerli feslerin Tunus fesleri ayarına çıkartılabilmesi için bir takım hazırlık ve yeniliklere gidildi. Bu işin en kestirme ve hesaplı yönünün fes yapımının inceliklerini kavramış ustaların çalışması gerektiğine inanılarak Tunus Beylerbeyi Hüseyin Paşa'ya gerekli ustaların gönderilmesi için emir verildi. Bununla ilgili vesika aynen şu şekildedir.
"Malum'u âlilerin buyrulduğu üzere bundan egdamca der sadetten ve mahalli sairede fes imli hususuna teşebbüs olunmuş ise de layıkıyla usule getirilmediğinden ve iş bu süvari ve piyade Asakir-i Hassa Mansure-i Muhammediye'yi hazreti şahane ve Asakir-i Muhammediye için gayet elzem olarak saye-i ina-i tevaiyye canab-ı cihandarıda atfü teveccüh ve himemü keramet tevaimi mülükane ile hiç bir şey refte refte yoluna konmakta olduğu misüllü iş bu fes imalında dahi bilütfullahi teala layıkıyla tanzimi ve usulüne konması için Tunus ceanib' inden fesin de muhayir ve kâmil biraz üstad ve amelenin dersi adeta celbi irade-i kerameti ifade-i Cenab-ı Mülükane mükteze-i seniyyesinden olarak elyem bu taraftan olan Tunus baş hempası Mustafa Pehlivan kulları nezdi senaveriye celb ve ledessual fes icab eden dokuyucu ve terbiyeci ve sıbağ ve üstad vesaire ve amele olarak getirilmesi lazım gelen bir kıta defteri tanzim ettirilmiş ve geleceklerin ne yapacakları üzerine serhad işaret kılınmış ve bunların bir miktarda gelmesi hele şu marangoz beraber olmadıkça diğerleri bir işe yaramayacak ve behe mahal cümlesinin birden celpleri icabından olduğu gösterilmiş ve defteri mezkur işbu takdirce gerice merbutan (Bağlanmış) takdim olunmuş olmağla bunlar Biavnihi Teala dersiadete geldiklerinde ol vechile Asakir-i Nizamiye için elzem olan feslerin imalinde istihdam olunacakları..."bildirilerek çalışmalara başlanmıştı.
İstenilen usta ve halifeler şöyle idi.
TABLO II
Asıl fesçi ustası
2
Beyaz fes işleyecek halife
2
Kırmızı fes işleyecek halife
2
Yün tarakçısı ustası
2
Örücü kadın
2
Eğirici kadın
2
Boyacı ustası
?
Yıkayıcı ustası
1
Marangoz
1
İstenilen usta ve amelelerin gönderildiğine dair Tunus Beylerbeyi Hüseyin Paşa'dan Serasker Paşa'ya yazılarak140 gerekli cevabı bildirmişti (H.1247/1831). Tunus'ta imal edilen fesler İspanya yapağısı adıyla Merinos koyununun yapağısından yapılmaktaydı. Fakat Harir Nazırı Ömer Lütfü Efendi yerli yapağının denenmesini uygun gördü. Ancak daha sonra beklenen kalitede olmadığından dolayı merinos koyununun yapağısının ithaline karar verildi. Aynı zamanda İspanya'dan koyun getirilerek Rumeli'nin bazı yörelerinde yetiştirilmesine başlanmıştı. Özellikle bunun karşılandığı bölgeler Rumeli ve Selanik çevresi idi. Bu yörenin koyunlarının et veyapağı bakımından ünlü olduğu biliniyordu . Türkiye yünlerinden fes yapılamadığından İspanya yününden yapılması hakkında Ömer Lütfü Efendinin teklifi, yine belgelerden anlaşılmaktadır.
Fes imalinde yapağı kalitesi kadar diğer bazı hususlar vardır ki, bunlar keçeleştirme, boyalandırma, boya içinde prinkon önemli bir yer tutuyordu. Bu edevatların yanında sabunun da ayrı bir yeri vardı. H.1250/M.1835 senesinde sabun üretimi için Dimitri Bandermano'ya görev verilmişti. Bu konuyla ilgili Hatt-ı Hümayun'da fes imalindeki safhalar zikredilmektedir. İmalde kullanılan sabunun Ayvacı kazasının Narlı Karyesi sakinlerinden D.Bandermano namlı şahsa bervechi muharrer imal ettirilmesi ve şahsın bu babdaki hizmetine mükâfat olarak Avrupa tüccarı gibi imtiyazata tabi tutulması için Ömer Lütfü Efendi Sadarete bir teklif iletmişti. Böyle bir örnek konuya verilen önem ve ehemmiyeti daha da açığa çıkarmaktadır. Fesin terbiyelenmesi ve sabunla ilgili belgede anlatılmaya çalışılan husus aynen şu şekilde ifade edilmektedir:
"Fes imalinin maslahatı hayriyesi başa çıkarılarak levazımatından olan İspanya yapağısı ve Forca tarafları ve Korhon dikeni ve bir nukuta boyası ve mekki olarak Bilgü taşları ve eşyayı sairesi bulunduğu mahallerden celb ve amelesi tedarik olunmuş ve bir taraftan olunmakta olup ancak imal olunan feslerin bi'l farz 100 kıyye yapağısına ibtida 80 kıyye bükülüp çorap gibi örülmesi ve sonra yağlı olduğu halde dinge konulup fark 8 ve bazen 60 saate kadar pişirilmesi piştikten sonra 12 adet kadarına ibaret olan beher destesine bir kıyye sabun hesabıyla Arapsabunu tabir olunan bulama misüllü bir nevi sabun ile 24 saat miktarı yani duğnizeytin eseri külliyyen mahvoluncaya dek dingi meskurdan dökülmesi fes imalı sanatının kaidei külliyesinden olduğundan ve sabun-u mezkur Tunus'ta imal olunarak arada kıyyesi 3 -4 kuruşa satılmakta ise de bazı edviye ye dahi girdiğinden Tunus tüccarının dersiadete getirdikleri cüz'iyyat makule sinin kıyyesini 15 -20 kuruşa kadar Adana esnafına furuhatı ile geldiklerinden mahallinden mübaya ile celbi tekallufatı kesira-i mucib ve mümteni gibi göründüğünden ve müddetli Edremit havalilerinden sabun mezkura müşabih bir nevi sabun imal olunup fakura-ı taifesine iki kuruş ve tufan yadeye furuhat olunduğu istihbar (haber) olunmakla numunesi tedarik ve tecrübe olundukta işe yaramadığından sebep ve hikmeti lede'l taharri havali-ı mezkurada tab olunan sabun-u mezkur dununizeytin iktizası ve baya-ı gülsuyu ile tab olunana mebni işe yaramadığı anlaşılmış ve Tunus'ta tab olunup fes terbiyesine istimal olunan sabun mezkur duğnizeytin temiz ve safisi ve sakız ağacı ile pelit ağacının külli suyu ile tab ve imal kılına geldiği yine bir Tunuslu sabuncu adamdan tahkik olunduğundan olvechile metod ve Edremit'te tab ettirilmesi mukaddemce bu tarafa gelmiş olan müddetlü nazırı bendelerine ifade olundukta ol cevapta şecere-i mezkurlarını adem-i vücundan bahisle itizar kılınarak şecere-i mezkurları bulunduğu mahallerden celb ile sabuncu merkum marifeti ile burada tab ve imal ettirilmesine karar verilmiş ise dehisab olunup kıyyesi 10'ar kuruşa çıkacağından başka İstanbul havalisinden bulunabilen sakız ağaçları 5-6 ayda tükenerek yine maksut hasıl alınamayacağı tebeyyün eylediğine mebni Ayvacık Kazasına tabi Narlı Karyesi Mütemekkinlerinden Dimitri Bandermano zimmi sabunhane ashabındadır. Sabun tüccarından olup kulları ol havalisinin rü'suman ihtisabiyesine memur bulunduğu avam ire ehz (alınmak) ve iğda (verilmek) olunarak görülmüş ve gayrin ve istikametini muayene olunmuş olmağın mahsus bu tarafa celb olunarak sabunu mezkurun tab ve imali müzakere birle dolan aliyyenin işbu haznen hayriyyesinin ravin ve temşiyatını deruhte eylediği takdirde seye-ü hema ve -iye-i hazreti cihandarıda kesb (çalışmak) itibar ve imtiyaz eyleyerek refah halini müstelzim olacağı ifade olunarak teklif olundukta... "Açıklaması detaylı yapılarak bu konuya değinilmiştir.
Merinos yapağısı ile boya, tarak, sabun gibi malzemeler temin edildikten ve Tunuslu ustaların maiyetine verilen çırakların ve kalfaların işin inceliklerini öğrendikten sonra, yinede yapılan imalatlarda istenilen kalite elde edilemiyordu. Bunun nedeni Tunuslu ustalara sorulduğunda, bunlar; eksikliğin sebeplerini çeşitli nedenlere bağladılarsa da Harir Nazırı Ömer Lütfi Efendi öne sürülen bahaneleri dikkate almayarak bu işte bir hilenin olabileceği ihtimalini varsayarak konuyu araştırdı. Ve sonuçta Tunuslu ustaların ülkelerinden yapılan ithalatın durmaması için böyle bir yola başvurduklarını ispat etti. Sanatı öğrenen Osmanlı kalfaları kendi emek ve işçilikleriyle istenilen kaliteye ulaşmışlardı. Artık işin pratiğe dökülerek imalat yüzdesini artırmak için çalışma zamanı gelmişti146. Fesin boya işindeki sahtekârlığa benzer çeşitli şekillerde devlet zarara uğratılmıştı. Nitekim devlete ait fabrikalardan birisini yöneten bir Fransız, devletin fabrikalarında ürettim diyerek Fransa'dan getirttiği kumaşları teslim etmiş ve ardından karşılığı olan paraları alarak yurt dışına kaçmıştı.
Bir ara ülke içerisindeki üretim bölgelerinden Selanik'te fes üretimi durdurulmuş idi. Buradaki imalathanenin tekrar faaliyete geçmesi için H.250/M.1834 yılında Selanik Sancağı Mutasarrıfı Ömer Paşa'dan istek yapılmıştı. Evvelce Edirne, Selanik ve Bursa'da yerli yünlerden fes yapıldığı gibi Selanik'te tekrar imali için Aynaroz'dan ustaların celp olunacağı ve usta Hüseyin Ağanın kalıplar yaptıraraklüzum gösterdiği edevatın gönderilmesi ve yük tedarik olunacağı ile ilgili148 bilgi edinilmektedir. Edirne'de imal edilen feslerin Bursa'dakilerden daha düşük olduğu görülür (1835). Bu durumun yapağının kalitesine bağlı olduğu Bursa'daki yapağının Edirne'dekine nazaran daha kullanışlı ve cinsinin iyi olduğuna karar verilir. Bunun için "...Bursa taraflarında bulunan yapağı cihetiyle orada imal olunan fesler rabıtalıca olduğuna ve oradan Edirne'ye yapağı tertip olunmak lazım geleceği... "Dile getirilerek durumun düzeltilmesine çalışılmışsa da aynı belgeye dayanarak varılan kararın bundan böyle Edirne'de fes imalının terk olunması doğrultusunda olmuştur.
2- İthal Fesler
Fesin askere giydirilmesinin ardından zamanla halkta bunu benimsemişti. İhtiyacın karşılanması için çeşitli bölgelerde imaline başlanmıştı. Fakat imalatın ihtiyacı karşılamaktan uzak olduğu için çeşitli dönemlerde Tunus, Mısır gibi Osmanlı'ya bağlı olan bölgelerden, hatta Avrupa ülkelerinden fes ithal edilmişti. En başta gelen ülkeler ise Fransa ve Avusturya idi. Dışardan gelen ve içeride üretimi yapılan feslerden daha kalitelisi Tunus fesleri idi. Onun içindir ki en yüksek fiyat da buna biçiliyordu. Avrupa fesleri ise Tunus'tan getirilenlerden daha ucuz idi. Böylelikle ülke içerisinde yerli fesler ile ithal feslerin rekabeti ve pazar payını kapma yarışı başlar. Fes hane, yerli üretimin payını artırmak için dönemin tek süreli yayın kuruluşu, devletin resmi organı, Takvim-i Vekayi'ye 24 Temmuz 1836'da ithal feslerin aleyhine bir reklâm verir. Ömer Lütfi Efendinin verdiği bu reklâmda hedef kitleye verilmek istenen mesaj şudur; Tunus'tan ve başka ülkelerden getirilip piyasaya sürülen feslerin Fes hane de üretilen feslerden fiyat bakımından pahalı, kalite bakımından düşük olduğu iddia edilerek sürümün hızlandırılması düşünülmüştür.
II. Mahmut 1838 de, İngiltere, Fransa, Avusturya ve diğer devletlerle yaptığı ticaret anlaşması ile yabancı tüccarlar yeni haklar kazanmış151, dışarıdan ülkeye gelen mallara sadece %5 gümrük resmi uygulaması getirmişti. Batılı tüccarlar böylelikle düşük vergi ile mallarını satma imkânı bulmuşlardı. Bu durum karşısında ülke, batı ülkelerine hammadde satan ve mamul madde satın alan bir konuma düşmüştü. Bunun üzerine Osmanlıdaki el tezgâhları zarar etmiş ve bir karşı kapanmaya başlatmıştı. Diğer mallar gibi fes de ülkeye getirilip ucuz bir şekilde piyasaya sürülerek, yerli fes karşısında avantajlı bir durum sağlamış, ülke ekonomisi daha da zarar eder hale gelmişti.
Fes hane, daha önce sadece kendi açtığı dükkânlarda ürününü satıyordu. Sonra pazar payını elden kaçırmamak için piyasadaki dükkânlara da vererek Avrupa ve Tunus fesleri ile birlikte satılmaya başlandı. Ancak dışarıdan gelen feslerin kalitesiz olduğu anlaşılınca halk bunlara pek rağbet etmedi. Esnaf ucuza mal ettiği fesleri (ithal) Osmanlı fesi diye yutturabilmek için bunlara "fes hane" damgasını vurdurmuştu. Hal böyle iken fes hane tekrar gazeteye ilan vererek feslerin piyasaya verilmeyip Yeni Cami, Nuri Osmaniye, Mahmut paşa ve Dua Meydanında açılan özel dükkânlarda bulunacağı, bu dükkânların dışında "fes hane" damgası ile satılacakfeslerin sahte olduğu yolunda halkı bilgilendirmişti .
Fes fiyatlarının belirlenmesinde çeşitli faktörler rol oynuyordu. Bunların başında yapım yeri, kalitesi, büyüklüğü, perdahlı veya perdahsız oluşu, satın alınan tüccar gibi hususlar piyasayı belirlemekteydi. Bununla birlikte Tunus tüccarı ve fesçi esnafı ile İzmir Gümrükçüsünün fes sandıklarından alınacak aktarma parası ihtilafınıfeslerin satışına etki ettiği gözden kaçmamıştır . 1829/1244 baharında çeşitli marka ve kalite feslerin fiyatları ile ödenen miktarlar şöyle idi.
TABLO III
CİNSİ
FİYATI ( Kuruş Para)
MİKTARI
(Adedi)
TUTARI (Kuruş)
Tunus, Perdahlı
26
2992
77 792
Mısır
18
283
5 094
Avrupa Perdahsız
5 -20
2340
12 870
Avrupa Ağaç Marka
5
6154
30 770
Yerli İstanbul
6 -10
8793
59 352
TOPLAM
20552
185 878
3-Fes ve Toplum
Sultan Mahmut tarafından yapılan kıyafet reformu resmi görevliler yanında sivilleri de kapsamıştı. Memur takımının giyeceği elbiseler ayrıntılı bir şekilde belirlenmişti. Cüppe ve sarık ulemaya mahsus bir kıyafet olmuştu. Siviller için ise fes zorunlu tutularak diğer bütün başlığın yerini almıştı155. Serpuşlar yerine fesin kaim olması, irade buyrulması hususunda padişah üzerinde etkin rol oynaması ile Hüsrev Paşa göze çarpmaktadır156.
Asakir-i Mansure'nin deniz askerlerinden ayırt edilmesi için Mansure'nin feslerine eğri bir sarık sarılmıştı. Yine memur sınıfı ve halk kitlesinin de feslerini sade giymeleri hususunda uyarılmışlardı. Yalnız ulemaların feslerine beyaz tülbent sarmaları bir imtiyaz şeklinde görülmüştü. Yüz yıllardan beri kullanılan kavuğun kaldırılarak yerine fesin getirilmesi önemli bir değişiklik olarak kabul edilmiş, yaşamın içerisine girmesiyle birlikte lehte ve aleyhte çok şeyler söylenmişti. Dönemin şairleri fesi halka sevdirmek ve hoş göstermek için şiirler yazmışlardı. Fes, halkın yaşamına ve diline yerleşmiş, Türk kültür tarihinde önemli bir yere sahip olup şarkılara konu olmuştur. Dönemin şairlerinden Rıfat Beyin şu mısraları halkın diline uzun zaman dolanmıştı.
"Kisve giydi buldu asker şimdi şan
Her biri oldu misali kahraman
İtmede böyle cemi asâkiran
Padişahım devletinle çok yaşa
Pek yaraştı eğri sarık eğri fes Resmine erbabı irfan didi pes Bu sözü tekrar iderler her nefes Padişahım devletinle bin yaşa "
Bu şiirden de anlaşıldığı gibi asker feslerinin önceleri sarıklarının eğri sarılmasından başka, başa da eğri konulduğuydu157. Osmanlıda kullanılmaya başlayan bu ilk fesler 20- 25cm yüksekliğinde ve standart modelinin aksine tepeye doğru hafifçe genişleyen bir şekil gösterir. Fesin düz olan tepe kısmına "tabla" adı verilir ve bunun merkezindeki "ibik" denilen çıkıntıya lacivert veya siyah bir ipek püskül bağlanır. Püskülü tutan bir iplik ibik içinden fes içine alınır ve çıkmaması için içeriden düğümlenir. II. Mahmut devrinden 1925 yılına kadar fesin şekli devir devir değişmiştir. Bir saksıya benzeyen fesin tablasının darlığına, genişliğine ve alından tabla kenarına kadar yüksekliğine göre değişen fes şekillerine "kalıp" denilirdi. İlk fesler "Mahmudiye kalıp fesler" diye anılmıştı. Bu fesler mavi ipek püskülünün arkası uzun, önü kâkül gibi kısa ve oldukça genişti. Yüksekliğin muntazam görüntüsünün bozulmaması için fesin içi kartonla desteklenmişti. Genel görünüşü bu şekilde olan fes, ortaya çıkışından sonra padişahların istekleri doğrultusunda değişikliğe uğramıştır. Şehzadelerin ve vezirlerin fesleri elmaslarla süslenmiş, murassa fesler olmuştur. Sultan Abdulmecid zamanında fes biraz küçülmüş, son zamanlardaki şeklini almıştı. Püsküllerde tel, iplik ipek yerine burma ibrişimden yapılır olmuştur. Sultan Abdulmecid törenlerde fesine elmaslı bir sorguç takmıştır (Mecidiye Kalıp).; Sultan Abdülaziz kendi zevkine mahsus kalıpta fes giymiş, yüksekliği az ve tablası da darca olan bu şekil feslere "Aziziye Kalıp" denilmişti. II. Abdülhamit zamanında fesin kalıbı tekrar değişmiş, daha dikçe bir "Hamidiye Kalıp" giyilmiştir.
Fes, kumaşının rengine göre de çeşitli olmuştur. Aslında kırmızıdır, fakat, nar çiçeği kırmızısından karaya çalan koyu güveze kadar bu rengin çeşitleri kullanılmıştır. Fes genel olarak eğri, kaş üstüne kadar eğik, yan, arkaya doğru vaziyetlerde giyilirdi. Bazen ön tarafta tabla ile fesin yanlarında meydana gelen çukura kibar çevrelerde "Yar Teknesi", külhanbeyi çevresinde de "Kuş Yuvası" denirdi. Boyun ve kulakları örten feslere "Baba Yani", "Efendivari", ıslanıp bozulmuşuna "limon kabuğu"; sıfır kalıba çekilmişine "Tablakâr", kenarı kıvrılmış saçlarla süslü olarak giyilenine "Kapatma Sümbül Saksısı" gibi adlar verilirdi. Bunların dışında "Kel Örten", "Ayıp Kapayan", "Yandım Allah", "Horoz İbiği"
adları ile anılan fesler de vardı. Daha eski dönemlerde "Ali Kurna" denilen Tunus fesleri, "İskender", "Davut Vezir", "Poti", "Çifte Pehlivan", "Bol Fırt", "Kibarlara Mahsus", "Şıllık", "Hereke" gibi isimler taşıyan fesler kullanılmıştı. Önceleri yalın olarak giyilen feslere zamanla mendil, çevre, tülbent bezleri şeyler dolamak geleneği de doğdu. İstanbul esnafı, bu geleneği uzun müddet yaşatarak feslerine çeşitli sarıklar sardı. Feslerin çevresine tablasından kenarına kadar düzgün sarık sarmak ise II. Abdülhamit zamanında adet olmuştu. Bu tip sarıkları sarma ise sadece din adamlarına verilmişti. Fesin takılış tarzı, kişilerin toplumun içindeki yerini de belli ediyordu. Biçimi bozulan fesler kalıplanırdı. Fesçilik ve fes kalıpçılığı İstanbul'da yaygın birer zanaattı. 0 -16 arasında değişen muhtelif numaralara ait fes kalıpları ise "Dar Beyoğlu", "Hamidiye", "Büyük Hamidiye", "Tam Zuhaf", "Yarım Zuhaf", "Efendi Biçimi", "İzmir Biçimi" şeklinde adlandırılırdı. Fes, eğer kaliteli değilse, yağmurlu havalarda ıslandığında boyaları, giyenlerin yüzüne akar, ozamanların deyimi ile giyenleri "Apukurya Maskarası" haline getirirdi . Fesler, genellikle Tunuslu ayak satıcıları tarafından, Eminönü'nde Yeni Cami, Ayasofya, Sultanahmet ve Beyazıt meydanları gibi kalabalık yerlerde satılırdı.
4-Feshanedeki Gelişmeler
Kaliteli Tunus fesi ayarında imalata başlanması için gerekli altyapı çalışmaları yapılmış, ustalar yetişmiş (tarakçı, çıkrıkçı, perdahçı vb.) lazım gelen ham madde yapımı ve kullanımı, bilinçli bir şekilde pratiğe dökülmeye başlanmıştı. Ama Cündi Meydanındaki fes hane, ihtiyacı karşılamaktan uzaktı. Çünkü bina küçük ve yeterli sayıda işçinin çalışması için dar bir alan bulunuyordu. Ve gerekli olacak işçilere de yer kalmıyordu. Bunun için de geniş bir alana ihtiyaç vardı. Aynı zamanda bina konumu itibariyle iyi bir mevkide değildi. Ömer Lütfi Efendi'nin 1248/1832 yılı ortalarında binanın gelişimi ve değişimi hususunda teklifi o an geri çevrildi. Ama daha sonra mevcut fes hanenin ihtiyacı karşılayamayacağı görüldü. Bunun yerine Defterdar İskelesindeki Beyhan Sultan Sarayı'nın kullanılmasına karar verildi. Binanın tamir masraflarını 50 -60,000 kuruşla halledileceği anlaşıldığından fes hanenin buraya taşınması kararlaştırıldı. Yeni fes hanenin, su deposu ile Kırk çeşme suyundan da lüle suyu bulunması durumu daha da kolaylaştırdı. Aynı zamanda boya işi için de Beykoz Kâğıt hanesi'nin kullanılmasına gerek kalmıyordu Yeni yerde yapılan 3 Ocaklık boyahane ve fesleri kurutmak için tennur ocaklı sobalar ihtiyaca cevap veriyordu.
Feshane ile ilgili arşiv belgeleri içersine rastladığım bir vesika da Feshane-i Amire'nin kemaken Darphane-i Amire'den* idaresine dair tezkere bulunmaktadır160. Fakat tarihi hakkında bir bilgiyle karşılaşamadım. Yine H.1250/M.1835 tarihli bir belgede de Bursa ve Edirne'deki fes imalatının darphaneden yönetilmesiyle ilgili Hatt-ı Hümayun vardır161. Bu husus şu şekilde zikredilmektedir:
"...Feshane-i Amire'nin Darphane-i Amire'den tefrikiyle emri iradesinin Masarıfat nezareti tarafından nakli sureti nazar atı müşarün-ileyh tarafından Bab-ı aliye inşa olunmuş olduğu bu defa mesmuğu aliyi Cenab-mülükane buyrulmuş olupancak feshane-i mezkurun emr-i idaresine darphane-i amire tarafından güzel ikdam ve gayret olunarak saye-i şevketvaye-i hazreti mülükane de feshane-i mezkurun kar ve temaddu-u vaad ise de sermayesine ileride fes imalinin ilerlemiş ve bu sırada çuka imalindeki meydana çıkarılması hususları sarf olunmakta bulunmuş olduğunu ve nazaret müşarün ileyhe tarafından idare olunmak lazım gelse tebdili memur ve tahvili nizam gibi esbab-ı teşebbüs olunan fabrika-ı mezkurun nizam halisine halel tarafından baş birtakım mazereti dahi istilzam edeceğine binaen bu husus nezdi şevket veft hazret-i mülükanede bir vech ile teçhiz buyrulmayacağından bimennihi teala yoluna girmiş olan nizamının inhilalden bakayası zımnında emri iradesinin kemaken darphane-i arsada ibgası ve temennüğün dahi ala hal istifası icabı maslahatından ve şeref sudur buyrulan emir ve ferman şevket mendan hazret-i mülükane iktiza-ı alisinden bulunmuş ve mucibince işhara ibtidar kılınmış olmağla ol babda emir ve ferman hazret-i menlehül emrindir". Tunuslu işçiler H.1249/M.1834 senesi içerisinde memleketlerine gönderildikten sonra, fes hanede, çalışan sayısı artırılarak faaliyetlere hız verildi. Üretimde yıldan yıla artış gösterildi. H.1249/M.1834 da toplam olarak 34, 220 fes Masarıfat hazinesi elbise ambarına teslim edildi. H.1250 -51 /M.1835 -36 yıllarında günlük imalat ortalaması 355'lere ulaşmıştı162.
XIX. yüzyılın en önemli sanayi kuruluşlarından biri olan feshane Sultan Abdülmecit tarafından H. 1262 /M. 1846 yılında fabrikanın genişletilmesini ve buhar makineleri ile tahrikini ferman buyurmuşlardır. H.1270/M.1854 de alet ve edevat yönünden eksikler giderilmiştir. Fabrika H.1271/M.1855 yılında bir yangın geçirmiş, harap olmuştur. Sultan Abdülhamit zamanında tamir edilerek ve bu dönemde çeşitli eksiklikleri yerine getirilmiştir. 1301/1884 yılında inşası müyesser olan 8000 m2 den ziyade arazi üzerine ve sakafları 274 adet sütunla 7 daireye ayrılmıştı. Yeni düzenlemelerle V milyon metreyi mütecaviz malumat vücuda getireceği ilgililere bildirilmiştir163. Fes hane daha sonra Sümerbank'a devredilerek üretimindeki mamul ağını genişleterek ülkemize uzun yıllar hizmet vermiştir.
b. Resmi Kıyafetlerde Değişiklik
Eski zamanlardan beri, giysi ve her şeyden önce başlık, bir insanın dinini ve sosyal statüsünü belirleyen araçlardı. İpek hakkındaki bir yasak dışında İslam hukuku gerçekte hiçbir çeşit giysiyi yasaklamaz; Fakat sayısız gelenekler Müslümanların görünüşte bile kendilerini gayrimüslimlerden ayırmalarını ve diğer her şeyde olduğu gibi, onların kıyafetini de taklitten kaçınmalarını ister164. Osmanlı'da devlet adamları kavuk giyerlerdi. Fakat kavukların şekli meslek ve rütbelerine göre değişirdi. Bu sebeple kıyafetlerin ve serpuşların türlü türlü oluşu Osmanlı cemiyetinde bir karnaval manzarası oluşturuyordu. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra kavuk taşımak mecburiyeti kaldırıldı. Fakat kavukların yerine bu seferde herkes dilediğini kullanmaya başlayınca ortaya çok garip kıyafetler çıktı165. Bu durum 1230/1815 tarihinde devlet bürokratlarının dikkatini çekmiş, bunun üzerine padişah iradesini bildirerek vezirlerin bulundukları mahallerde keyfi olarak kavuk yerine şal sarmayı adet edinmeleri işitildiğinden dolayı bu hal gayri caiz görülmüştür. Yine, ulemanın hizmetkârları efendileri gibi başlarına sarık sardıklarından kimin efendi veya kimin hizmetkâr olduğu fark edilemez bir durum almıştı. " Hizmetkârların giyim şekilleri bir usule konulmadığından ve efendileriyle beraber sarık sardıklarından birbirlerinden fark ve imtiyazları yok gibi görünmesi... " fark edilerek hizmetkârların fes giyip efendilerinden farklı birisi olduklarının belirtisi olarak giyimleri padişah tarafından belirlenmiştir. Belgelerden de anlaşılacağı gibi Osmanlı'da toplumun her katının kendine özel farklı giysisi bulunmaktaydı. Ulema, yeniçeri ve kalem mensubu hayatlarında birbirlerinden farklı başlık giymeleri mezar taşlarına da nakşedilmişti168. Başa giyilen serpuş halk ile devlet memurları ve asker arasında bir tefrik alameti sayılmıştır. Halk için "başıbozuk" tabirinin kullanılması, dilediği serpuşu giymesinden ileri gelmiştir.
1.Asakir-i Mansure-i Muhammediyye Elbisesi
Yüzyıllardır süregelen yeniçeri ocağı lağvedilmiş ve bu olay tarihe Vaka-i Hayriye olarak geçmişti. Ağa Hüseyin Paşa yeni oluşturulan Asakir-i Mansure'nin başına Serasker sıfatıyla getirildi. Çıkarılan kanuna göre yeni ordu, 12.000 kişilik olacak ve 1500'er kişilik 8 tertipten oluşacaktı. Değişik şekilde oluşturulan yeni askeri birliğin kıyafetinde de yenilikler oldu. 7 Temmuz 1826 (1 Zilhicce 1241) tarihli Asakir-i Mansure Kanunnamesinde neferlerin ve zabitlerin giyecekleri belirlendi. Binbaşılar; üzerlerine sırma çap rastlı kadife ve sıkma170 başa şubara giyip üzerine lahor şalı saracaklardı. Binbaşılara bu kıyafetler, bir defaya mahsus olarak verilecekti. Asakir-i Hassa, Asakir-i Mansure, Cebelühane, Tophane, Bostancı, Mehter hane-i Zabitan ve neferatına, Enderun-ı Hümayun efradına lazım olan; alaylık, kışlık, yazlık elbise, yağmurluk, kundura, çizme, sarık, fes, Mehterhane takımı, marangoz aleti, tüfenkçi malzemesi, eğer takımları, sim nişanlar, matara, çanta, palaska, beylik ve hastalar için kukuletalı aba, yatak, yorgan, çarşaflar, bunların imali için pamuk kösele, sahtiyan, payton, klabdon vs. malzemelerin
kimlere ne kadar verildiği ve masraflar belirlenmekteydi . İlk tayinlerde verilenkıyafetler, yıpranır, kaybolur ise yenisinin masraflarını kendileri karşılayacaktı . Mansure askerlerinin diğer fertleri kolağası ve mülazımları, yüzbaşı ve sancaktar çavuşlar, topçu, arabacı, mehterbaşı, cephaneci, neferler ve kâtipleri sıfatlarına göre giysileri belirlenmişti. Fakat bu düzenleme iki sene sonra değiştirilmiştir. Bunun nedenleri içerisinde kıyafetlerin kullanışsız, kumaşların kalitesiz olması, özellikle şubaraproblem olmuştu. Şubara kelimesinin aslı Slavcadır. Çuhadan yuvarlak tepeli ve dilimli bir serpuşun, baş kisvesinin adıdır. Polonez'ce isim; tepesi müdevver, dilimli çuha kalpak anlamındadır.
Yeni kurulan askeri teşkilatın çeşitli rütbedeki zabitlerle neferlerin kıyafetleri ayrı ayrı belirlenmişti. 1 Zilhicce 1241 (7 Temmuz 1826) Örneğin; Asakir-i Mansure seraskerleri ile öteki vezirler; sadaret kaymakamı gibi fes, yakası sırmalı yeşil çuhadan Hırvati giyecekler, atlarının takımları da onun takımı gibi olacak174. Binbaşılar, Kolağası, Topçu ve arabacıların kıyafetleri detaylı şekilde açıklanmıştır. Binbaşılar; sırma çap rastlı kadife cepken ve sıkma, başa şubara giyip üzerine lahor şalı saracaklardı. Yüzbaşı ve Sancak dar Çavuşlar; çukadan kısa cepken, çukadan kısa entari, çukadan sıkma ve telli şubara giyeceklerdi. Neferler; sade şubara, talim abası, çukadan kısa entari, çukadan yelek, karacalar kuşağı şayak sıkma, gömlek veeşi (don), ser hadli ayakkabı kullanacaklardı . Örneğin; Bursa'da ilk Asker-i Mânsure-i Muhammediyye Teşkilatının kuruluşuyla beraber gönderilen elbise takımları kısaca şunlardı; Manisa alacasından yelek, kırmızı yün kuşak, şayaktan kısa entari, talim abası, kaba çuhadan tensiz şubara, siyah aba sıkma, ser hadli siyah ayakkabı, palaska, tüfenk vs. bulunmaktaydı.
Mansure askerine kışlık ve yazlık olmak üzere verilen iki cins elbiseden kışlıklar çuka, aba ve şayaktan, yazlıklar ise bezden yapılıyordu. Yeniçeriler zamanında elbiseleri çukadan imal ediliyor buda Selanik'te dokunuyordu ama burası da gerekli ihtiyacı karşılamaktan uzaktı. Malzemelerin temini için zaman zaman çuka ithal ediliyor dolayısıyla devletin dışa bağımlılığını gerektiriyordu. Ayrıca iyi, kaliteli yabancı mallarda pahalı oluyordu. Böyle olunca da ülkenin parası Avrupa'ya akmaktaydı. Örneğin;29 Şaban 1242 (28 Mart 1827)'de zabit elbisesinde kullanılmak üzere satın alınan çukaların fiyatları şu şekildeydi.
TABLO IV
Cinsi
Ölçüsü
Fiyatı
Al saye çuka
Zira' *
43 kr.
Ala Felemenk çukası
"
22 kr.
İnce güvez çuka
"
13.5 kr.
Fransız güvez çuka
"
13 kr.
İnce mavi çuka
"
12.5 kr.
İthal çuka fiyatlarının yüksek olması sebebiyle zabit elbiselerinin çukadan, neferlerin ki ise aba ve şayaktan yapılması daha uygun bulunmuştur177. Yılın belirli dönemlerinde askere elbise verilmesi titizlikle uygulanmaktaydı. Yapılan bu çalışmanın devlete ekonomik olarak bir takım gider tablosu oluşturmaktaydı. Mesela 1827 yılı mayıs ve ağustos aylarındaki neferlere verilecek elbiselerin maliyetleri şuşekilde çıkartılmıştır
Kıyafetin cinsi
Mayıs
Ağustos
Kuruş
Para
Kuruş
Para
Talim abası
12
20
9
35
Şayak entari
13
12
31
Sıkma
14
10
10
2.5
Manisa alacası yelek
4
7
Gömlek ve eşi
9
1
Serhadli ayakkabı, kırmızı
6
7
Serhadli ayakkabı, siyah
5
20
Şubara
5
27
Yeni kurulan ordunun ihtiyacının karşılanması için Dikimhane-i Amire'nin hammadde ihtiyacının karşılanması için Çirmen, Gelibolu ve Niğbolu sancaklarıyla Şumnu vesaire yerlerde elde edilen derilen toplanması için görevliler gönderilmişti. Avrupalı tüccarlarında ilgilendiği bu malların fiyatları oldukça yükselmişti. O döneme baktığımızda 1247/1831 yılında sığır derisinin, 2 kuruşluk nakliye ücretinin de dâhil olduğu 20 kuruşluk fiyatı 1248/1832 yılında 73,5 kuruşa çıkmıştı. Bu fiyat yükselmesi karşısında devlet çeşitli önlem alma yoluna gitmiştir. Her kim bundan sonra Dikimhanenin ihtiyacı karşılanmadıkça değişik yerlere deri satılmaması emredilmiş buna uymayanların ise ağır cezalara çarptırılacağı ilan edilmişti. Kısmide olsa ihraç yasağının sınırlı da olsa kaldırılmış oldu179. Prensip olarak İstanbul'daki askerin ayakkabıları Dikimhanede imal edilmekteydi. Başka bölgedekilerin çeşitli nedenlerle gönderilemediği zaman ücretleri gönderilmekteydi180. Zabitlerin giydiği kırmızı renkte olanların 3 kuruş 27 para, neferlerin giydiği siyahlarının ise 2 kuruş 38 paraya çıkacağı anlaşılmış ve gerekli sahtiyan ve köselenin mirîden temini suretiyle bir deri imalathanesi kurularak başına Divan-ı Hümayun kâtiplerinden birinin getirilmesine karar verilmişti.
Yeniçerilerin varlığı sırasında da devlet yün ve yapağı mubayaası yapmaktaydı. Çuka yapımı için gereken miktarlarda hammaddenin karşılanması için çeşitli yerlerden alımlar gerçekleşmekteydi. Silivri, Ereğli, Tekfurdağı, Şehriköy, Gelibolu, Dimetoka, Uzunköprü, Firecik, Kırkkilise, İslimye, Vize, İskenderiye, Edirne, Selanik, Tırhala gibi yerlerden ihtiyaçlar tedarik edilmekteydi.1236/1820 yılına kadar alınan yapağıların kıyyesi 12 akçe fiyat ödenmekteydi. Asakir-i Mansure'nin kurulmasıyla bu işlemlere devam edilmiş kışlık elbise ihtiyacını karşılanması için Darıdere ve Ahiçelebi kazalarında imal edilecek olan şayağın* hammaddesi olarak Trakya bölgesindeki kazalardan yün mubayaası yapılarak ücretleri peşin olarak ödenmişti.
Sultan II. Mahmut oluşturulan yeni askeri teşkilatın iyi bir şekilde yetiştirilmesine gereken hassasiyeti göstermiş, giderek artan ordu teçhizatın karşılanması için gerekli maddi kaynak arayışlarına girmiştir. Bunun içinde damga resimleri, ihtisap, çeşitli kısıtlamalar vs. uygulamalara başvurmuştur.
2. Devlet Memurlarının Resmi kıyafetleri
Sultan Mahmut fes, harvani ve setre-pantolon (İstanbulin)183'dan oluşan yeni kıyafetiyle meclis-i vükela toplantılarına katılarak giyim ve davranışlarıyla da nazırlara örnek olmak istemişlerdir. Böylece kısa sürede vekillerin, zabitlerin, bürokratların da redingot* üniforma ve pantolon giymelerini sağlamıştır. Önceleri sadece askeri zümrenin serpuşu olan fes ve diğer kıyafetler kısa sürede sivil halkça da benimsenerek kullanılmaya başlanılmış, sarık ve cübbe sadece din adamlarına münhasır kalmıştır184. Bununla beraberde reaya da ayırt edici kostümlerini muhafaza etmesi gerekmekteydi. Müslümanlara özgü tutulmuş bazı kumaşlar kullanmaları halinde para yahut hapis cezasına çarptırılmalarına devam edilecekti. Bununlaberaber Ermenilerin milli başlığını çıkarmaları yasaktı .
Mansure Ordusu binbaşıları yedi sekiz dilimli çuha kalpaktan yapılmış şubara giyerlerdi. Şubaranın çevresi lahor şalı saraylarda üzerlerine sırma çaprazlı boy cepkeni ve bacaklarına sıkma adı verilen dar bir şalvar giyerlerdi186. 1828 -30 yılları Avrupa'sında zabitlerin elbisesine benzer yüksek yakalı tek sıra düğmeli setreler ve subyeli dar pantolonlar moda idi. Diz kapaklarından biraz yukarıya kadar inen aynalı biçimsiya, nefti, lacivert, kurşuni, bej kahverengi setreler kısa zamanda Osmanlı şehirlerinde özellikle İstanbul'da rağbet gördü. İstanbul beyleri etrafı saçaklı mavi püskülle kaplı feslerinin altında bu kıyafetle, o dönemde gündelik serpuş olan silindir şapkalı batılılardan pek farklı değildi. Süslü ve işlemeli kolalı gömlekler, yakalıklar, kolluklar, jabo tarzında boyun bağları, tamamı Avrupa'dan gelmişti. Yalnız Cumhuriyete kadar Türklerin bir türlü bağdaşamadığı elbise frak tarzındaki kuyruklu şeylerdi. Devlet ricali alaylarda, törenlerde, kabullerde rütbelerine göre bu setrelerin sırmalarını giyerlerdi. Setrelerin sırtları daha sonraları redingotta olduğu gibi dört parçadan kesilir, en arkadaki iki parça yukarıdan aşağıya kadar yekpare, diğer parçalar belden dikişli olurdu. Arkalarında dikişlerin birleştiği yerde fraklarda olduğugibi iki düğme bulunurdu. Bu suretle etekleri genişçe bir kloş teşkil ederdi.
Dönemin memurlarının giyim şekilleri şu şekilde idi. Şeyhülislam başına sarık koyacak, üstüne beyaz çuhadan ferace188 ve çuha elbise giyecekti. Kazaskerler; ilmin vezirleri olması hasebiyle eskiden beri vezirlere özgü olan yeşil üslük yerine yine o şekilde açık yeşil çuhadan ferace ve çuha elbise kullanacaklardır. Başlarına şeyhülislam gibi yeşil ya da beyaz tülbent saracaklar. Bundan böyle saçaklu kullanılmayacağından bindikleri atlara sırmalıca banaluka koşum üzerine saçaklı kalabis ve gümüş olmayan hilali sinebent* ve başlık takılacak. Sadrazam makamı, öteki vezirlerin üstünde bulunması dolayısıyla Sadrazama özge fes gibi sırma işleme fes, yakası sırmalı güvez çuha Hırvati giyecek ve kaymakamlığa mahsus ata bineceklerdi. İstanbul payelileri, güvez sof üstlük, güvez çuha ferace, başlarına yeşil ve beyaz tülbent, kazaskerlerine özgü takım koşumlu at. Mekke'den Üsküdar payesine kadar, mor üstlük, ferace, yeşil ve beyaz tülbent, banaluka koşum. Müderrislerle Ayasofya hatibi; Mavi çuha ferace, imame ve at takımları, mollalarınki gibi olacaktı. Müderrislerden payeli olan, Selâtin camileri şeyhler ile Reis-i meşayih olan Büyük Ayasofya şeyhi imame ve at takımları eskisi gibi ileri gelen kadılar, hatipler, Selâtin camileri imamları ve hayrat hademeleri bunlara bir renk verilmeyip, giydikleri feraceleri giyecek ve sarık saracaklardır. Şeyhülislam ile kazaskerler, öteki ulema efendiler ve müderrislerin divan binişleri yukarıda belirtildiği gibi olup resmi kıyafette iç elbiseleri çuha, çizmeleri ise gök mavisi idi. Adi günlerde ise kukuleta, biniş, kaput gibi çeşitli elbiseler giyebileceklerdi. Şal sarılmayacaktı. Hizmetçilerinin ötekilerden ayırt edilebilmesi için başlarına fes, üzerine beyaz tülbent Ahmedi sarık, kuşak sarıp bellerine o zaman sardıkları cinsten kuşak saracaklar. Kethüda bey,Rumeli beylerbeyi rütbesinde olup resmi günlerde yeşil üstlük yerine açık yeşil*Hırvati ve adi fes ve ileri gelenlerle mir-i mirandan farklı olarak hırvatinin yakası sırmalıca, at takımı vezirlerinki gibi leh kari koşumlu eyer kullanılacaktı. Öteki Rumeli beylerbeyi rütbesindeki mir-i miranın resmi kılıkları kethüda beyler gibi, mir-i mirandan olan Kaptan Paşa ve görevde bulunan bütün beyler; adi fes, yakası sırmalıca güvez Hırvati, at takımları kethüda beyinki gibi. Manasıb-ı erbabı; adi fes güvez Hırvati, leh kari koşum ve takımlı at. Resmi günlerde üstlük giymeyip bol yenli erkân kürkü giyen hecegan, gümrük emini kasap başı, hayme-i hassa mehterbaşısı**, mimar ağa gibi ağalar; adi fes, mavi çuha Hırvati banaluka koşumlu at. Çavuş başı ağa, Rikab-i hümayun ağaları, mir-i âlem; adi fes, çuha Hırvati at takımları vezirlerinki gibi leh kari koşum ve eyer şeklinde olacaktı. Bütün kapıcı başı ağalar adi fes, çuha Hırvati at takımları leh kari koşum ve ona göre eyer. Gedikli Zaimler, ocak çavuşları, subayları ve vezirlerin sakallı gedikli ağaları; adi fes lacivert çuha Hırvati, Hassa silahşorları fes, nefti çuha Hırvati kullanacaklardı. Vezirler, ulema, ileri gelenler ve hecegan ile törene katılanların kaput giyilmesi gereken törenlerde, kaput yerine sırmalı ve sırmasız yani rütbelerinin kaldırabildiği derecede ziynetli al çuha kukuleta, bunlardan ilmiye sınıfının çizmeleri gök mavisi, ötekilerinki ise resmi günlerde kırmızı, başka günlerde sarı olacaktı. Ulema hizmetkârları fes üzerine tülbent, sarık, Ahmedi ye, koçak, bellerine kuşak. Vezir ve ileri gelenlerin hizmetkârları adi ve sade fes kullanacaklardı. Sadrazamlık ve şeyhülislamlık değişikliklerinde huzurda giydirilen kürklere karşılık sadrazama, yakası sırmalı beyaz Hırvati, şeyhülislama, beyaz çuha ferace, sadaret kaymakamlarına sırma işlemeli güvez çuha Hırvati olacaktı. Bab-ı âli defterdar kapısında çalışan büro memurları ile hecegandan olmayanlar, törenlere katılamadıklarından bunlar için kıyafet tespitine gerek görülmemiştir. Bunlardan heceganın fark edilmesi için fes ve Hırvati giyinmeleri ötekilerin ise, başlarına tülbent ve koçak gibi şeyler sarmaları, yine eskiden olduğu gibi çuha biniş ve isteyenlerin kukuleta giymeleri, ama başlarına şal sarmaları buyrulmuştu189.
B. HALKIN KIYAFETLERİ
Osmanlı Devletinde toplum genelindeki giyim tarzlarına baktığımızda dini, örfi, cinsiyet, görev, memuriyet, askerlik vb. değişiklik arz eden özellikler vardır. Bunun yanı sıra Osmanlı devleti sınırları içerisinde çeşitli halk tabakaları da başlık olarak fesi benimsemişlerdi. Bunlar içerisinde Ziraat Talimhanesi Tercümanlığı, Tatarı Mahsusa, Kumpanya sarrafı, Mısır valisi hazretlerinin tarafına verilecek fes alametinin şekline dair Tezkere-i Aliyye bulunmaktadır. Örneğin Tatarı Mahsusa'ya verilen fes alameti ile ilgili bir Hattı hümayunda şu şekilde zikredilmektedir " ... Bir mukteza-i irade-i seniyye hazreti tacidarı Tataran-i Mahsusa kullarının fesleri üzerine kamçı alameti numunesi olmak üzere emir ve İrade-i Aliyeleri buyrulduğu veçhile eğer ki üç nevi alamet yaptırılup iş bu ariza-i cakiranemile irsali savb-ı alileri kılınmış olup kulunuza bu numunelerden olan kamçı resimleri biraz küçük gibi görülüp kamçıları dahi büyücek imal ve kamçıları uzunca olarak dolansa ve kebirce yaptırılırsa münasip gibi görülüyor herhalde... "19° Bunun gibi toplum katmanlarını birbirinden rahat bir şekilde ayırt edebilecek fesler üzerinde alametler de bulunmaktaydı. 8 Temmuz 1834'de Redif Nizamnamesi yürürlüğe girdikten sonra Redif Teşkilatı kurulmuştu. Ve yine Redif Teşkilatına mensup kişilerde kendilerini ifade eden fesi, devamlı surette giyecekler yine zabitlerde halktan ayırt edilebilmesi için her zaman nizami elbiselerini giyerek dolaşacaklardı.
Dikkat çekici bir husus da; Ege bölgesinde yaşayan zeybeklerin giyim tarzıydı. Türklerin Orta Asya'dan Anadolu'ya getirdikleri bir sosyal müessese özelliğini taşıyan "Zeybeklik" bilhassa Batı Anadolu hayatında yüzyıllardır kendine özgü geleneğini sürdürmüştür. Çanakkale'den Antalya taraflarına kadar olan sahalarda yaşayan bu Türk zümresinin en bariz özellikleri giydikleri orijinal elbisedir. Kullanılan bu kıyafetin menşei hakkında çeşitli görüşler vardır. Ancak kısa dizlik hariç diğerlerinin asli Türk kıyafeti olduğuna şüphe yoktur. Türkler kendi geliştirdikleri pantolonu, Batı Anadolu'da iklim icabı kısa giymiş olabilirler. Zeybek donu üzerinde cepken ve başa takılan bir külahtan oluşmaktaydı. 1838 yılında Aydın'a vali olan Tahir Paşa II. Mahmut'un kıyafet hususundaki yeniliklerini bizzat zeybekler üzerinde de uygulamaya çalışmış ama karşı mukavemetle karşılaşmıştı. Neticede bu uygulama yüzlerce hayata mal olmuştu. Tahir Paşa'nın 21 Ağustos 1838 de valiliğine tayin edildiği Aydın eyaletinden gönderdiği yazıda şunları ifade etmektedir.
Geçmişten beri Türkiye topraklarında huzur içinde oturmakta olan halkın giydikleri eski elbise ve kıyafetlere güzel şekil verilerek hepsi de bir düzene girmişti. Redif askerî müşirliğine tayin edildiğim Aydın sancağı halkının giydiği zeybeklerin kıyafetinin de düzeltilmesi gerekmekteydi. Bu şekilde zeybek donu ve külahı giymek halkın eski âdeti olduğundan, böyle giyinmenin padişahın arzularına uygun olmadığını bilmeyenler, uyarılarak bu elbiselerini terk etmişlerdi. Ancak bazı eşkıya ve edepsiz taifesi, eski kıyafetlerinde ısrar edip, zaman zaman bu elbiseyi giydikleri görüldüğünden böylelerinin cezalandırılacakları evvelce ilan edilmişti. Keza, itaat etmeyenler hakkında gereği yapılacağı da, sancağın kazalarında emirlerle bildirilmiştir. Bu sebeple bundan böyle zeybek kıyafetinde kimse bulunmayacağına dair kazalar halkının söz verdikleri kaza naiplerinin şer'i ilanları verilmiştir192. Yıllardan beri belli bir kıyafet biçimini benimsemiş olan zeybeklerin dönemin şartları içerisinde bir buyruldu ile gelenek ve giyinişlerinden vazgeçmeleri düşünülemezdi. Neticede de verilen emire riayet edilmemiş karşı çıkılmıştı. Tahir Paşanın yapmaya çalıştığı yeniliği bu sefer zorla tatbik istemişse de zeybek kitlesi içerisinde yönetime karşı isyan ve güvensizlik süreci başlamış, kıyafetlerinden de vazgeçmemişlerdi193.
Asakir-i Mansure'nin kurulmasıyla beraber kıyafetlerdeki değişim, padişahın bizzat kendisinin uygulamalarıyla göstermeye başlamıştı. 3 Mart 1829'da yayınlanan Nizamname ile kavuk kaldırılmıştı194. Kıyafet meselesi II. Mahmut öncesinde de güncelliğini koruyan bir mesele özelliğini taşımaktaydı. Daha, I. Abdülhamit döneminde giyimler hususunda genel kaideler yayınlanmıştı. Buna göre; uşakların, hizmetçilerin, esnaf ve sanatkârların bir süreden beri ileri gelen devlet memurlarına özgü pahalı ve çeşitli olan kürkleri, çiçekli kaftan, entari şal ve benzerlerinin, hindiye elbiselerini giydikleri görülmüştür. Bu yüzden kazandıkları para, süslerine yetmediğinden, çıkarlarını sağlamak için uygunsuz işlere girişmişlerdir. Hizmetlilerin ilgili bulundukları efendileri rahatsız ettikleri, esnafın bu süs belası ile borca girdikleri tespiti yapılmıştır. İstanbul'dan Hindistan'a pek çok paranın akıp gittiği, bunu devletin dış ödemelerine zarar vermekte olduğu anlaşılmıştır. Bundan sonra bu zümrenin bol yenli erkân kürkü giyme durumundaolmayan, gerek vezir, kazasker, ulema ve ileri gelen devlet memurlarının hizmetinde bulunan Enderun ağalarından, gerekse öteki hizmetçi ve esnaftan hiçbirinin samur, kapun, vaşak, nimtene*, samurnafe, çiçekli Hindistan malı entari giymemeleri hususunda uyarıda bulunulmuştur. "Ruhabi, çiçekli ve bayağı, hangi cinsten olursa olsun Hint şalı kuşanmamaları istenmiştir. Ancak İstanbul'da ve memleketin başka yerlerinde dokunan İstanbul, Ankara şalisini, Bursa Kutnisi ile Şam alacası giymeleri hususunda hassas olunması sağlanmıştır. Sardıkları kuşakların, basma, hama kuşağıile puşudan olması, kadınların ilgi gösterdikleri galata işi denilen tel ve sırmakalıplardan işleme ve süzeni gibi şeylerin alışverişinin ve kullanılmasının yasaklanması ve bu yasak tarihinden sekiz gün sonra ismi geçen giyimlerden biri her kimim üstünde bulunursa geciktirilmeksizin cezalandırılacağı duyurusu yapılmıştır. Galata işi tel ve sırma kalıptan da süzeni işleme şeylerin süratle sarf edilip tüketilmesi, bir aydan sonra her kimin evinde ya da dükkânında süzeni işlemelerden bir şey bulunursa ve her kim dokumakta ve yapmakta devam ederse ve hangi terzi biçmişse acınmadan yakalanıp dükkânı önünde ölüm cezasına çarptırılacağı, bu konuda öteki işlerde olduğu gibi hoşgörülük gösterilemeyeceği ve sıkıca kovuşturma yapılacağı halka duyurulmuştu"195. Halil Hamid Paşa, bu elbise nizamını ilan ederken bir müddet sonra yine eski şekle geri dönülebileceğini düşünerek Hindistan'dan ve Bender Abbas'tan usta ve şal dokumacıları getirmek üzere o tarafa adamlar göndermeyi de ihmal etmedi. Bu suretle; hem para memlekette kalacak hem de halkın Hint şalı gibi yapılmış eşya ve yerli malı kullanması sureti ile Türk mallarına revaç artacaktı196. Böylece yabancı memlekete giden paraların kontrolü sağlanarak iktisadi tedbirlerle devlet ekonomisi güçlendirilecekti.
Osmanlı Devleti kıyafet konusuna çok dikkat ediyor çeşitli zamanlar kontroller gerçekleştiriyordu. Bundaki sebep de çeşitli zaman ve ortamlarda usulsüz ve toplum ahlakını, düzenini bozacak davranışlar görülmüş ve duyulmuştu. Herhangi bir şekilde fitneye mahal vermemek maksadıyla titizlikle üzerinde duruluyordu. Örneğin II. Mahmut öncesi 1790 yılında Üsküdar Kalyoncular Çarşısı'nda biraz Kalyoncu makuleleri gelip olmayacak hareketlerde bulunmuşlar, bunun üzerineyönetim tarafından yetkililere şu şekilde sert bir ifade kullanılmıştır. "Eğer bulsa idim, cezalarını tertip ve siyaset ederdim. Bu nasıl şeydir! Kaptan Paşa'ya bir eyu tembih edin bir işittim, vallahi bir daha işitirsem zabitlerden sual ederim. Hem de böyle kapısız, itaatsiz asker istemem, bana lazım değildir. Ve sen dahi gözünü açasın, böyle bir iş dahi olursa kendiniz bilirsiniz şu reaya keferelerine bir iyice nizam veresiniz197. Hemen arkasından Kalyoncu kıyafeti hususuna dikkat edilmesi için emir çıkartılmıştı198. Daha sonraki dönemlerde de giyim usullerine dikkat edilmiş sıkı ve titizlikle üzerinde durulmuştur. Yalnız şu var ki devletin Bosnalılara karşı yakın ilgi ve alakası II. Mahmut zamanında da devam etmiş Sadrazam ve serdar-ı Ekrem Reşit Mehmet Paşa mührü bulunan belgede; Bosnalıların kıyafet konusunda istisnai durum teşkil ettiğini ve bunların ayrı tutulması gerektiğini bildirmişti(1832)199. Sultan Mahmut, Ramazan bayramında baştanbaşa murassa sorguçlu fes, mavi çuha potur, yaka ve şemseleri murassa Hırvati ile bayram tebriklerini kabul etmişti200.
Padişahla birlikte Avrupa'yı örnek alan halkta, batılılar gibi giyinmeye başlamışlardır. Devlet memurlarıyla beraber diğer erkekler sarık yerine fes ve setre, pantolonlar giymeye başlamışlardır. Diz kapağından biraz yukarısına kadar olan boyda setreler revaçta olmuştur. Bunların genelde, yeşil, lacivert, gri, bej, kahverengi ve siyah renkleri tutulmuştur. Daha sonra bu elbiselerin üzerine, işlemeli, süslü, kolalı gömlekler, sadeleştirilmiş jabo tarzında kravatlar moda olmuştur201.
a. Erkek Kıyafeti
Erkek giyimlerinde III. Selim ile IV. Sultan Mustafa devirleri ile II. Mahmut'un Yeniçeri Ocağını kaldırdığı 1826 yılına kadar geçen zamanda İstanbul bıçkınları ve havai giyimleri benimseyen gençler arasında, Cezayir kesimi moda olmuştu. Yalınayak, baldırı çıplak, göğüs bağır açık şehbaz, gemici, kalyoncu kıyafetinden ilham alınmış ve İstanbul halkının da Cezayirlileri yaman gemiciler olarak tanıdığı için bu kıyafete o memleketin adına nispetle Cezayir kesimidenilmiştir. Erkek giyiminde ilk akla gelen çakşırdır; zamanımızda çeşidinin adı ne olursa olsun erkek çamaşırının iç donu üstüne giyilen parçasıdır ve pantolon adını taşır. Cemiyetimize pantolon XIX. Yüzyılın ilk yarısında girmiştir. Biz Türklerin keşfettiği ancak daha sonra batıdan gelen pantolondan evvel, erkeklerin iç donu üstüne giydikleri şeyler çakşır, şalvar ve potur olmuştur. Elifi şalvar, kesimi pantolonun aynıdır, şalvarı andırır üst kısmı pantolondan genişçe, asıl şalvardan dar olup ağ kısmı da tamamen derlenmiş toplanmıştır ki bir ara şalvar ağları yere sürünecek kadar uzun olurdu. Bu giysi II. Mahmud dönemindeki kıyafet reformu ile çıkmıştır. Askerden başlayarak memurlara da pantolon giydirilirken elifi şalvarı da ulema sınıfı, bilhassa ulemanın yüksek tabakası benimseyip giymeye başlamıştı, yarım Fransız pantolonu da bu şalvar tipinin hemen hemen aynısıydı, ancak bunu eski yangın tulumbacılarının kabul ettiği sokak kıyafetidir. Cepken; zamanımızın ceketi yerine askere, esnafa, rençbere mahsus eski bir üstlüğün adıdır, en makbulleri çuhadan kesilirdi. Ayak takımı; adi kalınca bezden de cepken giymişlerdi. Bu, genelde gömlek üstüne giyilir, giyenin yaşına içtimai mevkiine, mesleğine göre altında uzun paçalı çakşır, diz çakşırı, potur, şalvar hatta kara bez don bulunurdu202.
Kültürel ve sosyal batılılaşmanın yoğun şekilde yaşandığı doğu ile batının karşılaştığı, her iki taraf toplumunun Osmanlıya aksettiği, yeni bir kıyafet kimliğine dönüştürüldüğü bu dönemde erkeklerdeki değişim gözden kaçmayacak kadar aşikârdır. Lale Devriyle başlayıp III. Selim ile devam edip II. Mahmut döneminde devletin en üst kademesindeki bürokratlar ve hanedan üyelerindeki şık, süslü ve güzel kıyafetler halkta da al beni uyandırmaktaydı. Özellikle II. Mahmut devriyle erkek kılığına dair değişmelerin, devlet memurları ve askeriyedeki değişim rüzgârı toplumdaki erkekleri de yenileşmeye itmiştir. İlk göze çarpanlar İstanbulin, pantolon, gömlek, kravat, yelek ve özellikle başlıklar (fes) değişim abideleriydi. Genel olarak erkek kıyafetlerine baktığımızda, başa giyilenler arasında; fes, takke, külah, terlik, kukula, poşu, abaniye, yemeni, sarık, kavuk, türü başlıklar çeşitlilik arz ederdi. Bedene giyilenler arasında aba, gömlek, yelek, cepken, cüppe, kaftan, mintan, ferace, şalvar, cüppe, kaftan, mintan, potur, pantolon, çakşır, örme çoraplar, iskarpin, çizme, deri botlar, erkekler tarafından giyilip yöreden yöreye farklılıklar görülüyordu.
1- Başa Giyilenler
Osmanlıda başa giyilen kisveler denince ilk akla gelen kavuktur. Eskimiş Pamuktan yapılmış, üzerine sarık sarılan erkek başlığıdır. İçi boş, kof anlamını içeren kavuk en eski başlık türündendir. Genellikle keçeden yapılır, yukarıya doğru daralır, yanlarına pamuk doldurulurdu. Eni çok, uzunluğu az olup etrafına birkaç parmak eninde sarık sarılırdı. Başlıca kavuk türleri şunlardı; Kallavi, Selimi, mücevveze, perişan destarlı, simidi destarlı, örf, mollai, horasani, paşa yi, kâtibi, kalafat203. Biçimi, rengi ve adı giyenlerin mesleklerine göre değişirdi. Hammaddesi keçe ve hayvan postu olan börkte kullanılmaktaydı. Aslında ahilere ait olan bu başlığı Orhan Bey zamanından beri Osmanlı ordusu da kullanıyordu. Daha sonraları yeniçerilerin resmi başlığı oldu. Bu başlığın yüksekliği 45 cm kadardı. Ayrıca arkaya doğru devrilen yatırma bölümü vardı. Geniş olan yatırma omuzlara kadar iner, yağmur, kar ve soğuktan enseyi korurdu. Başa girecek ağzında üç dört parmak eninde gümüş veya başka bir metalden yapılmış bir zırh arkaya devrilecek yerinde de demir bir çember vardı. Genellikle hayvan postundan yapılırdı. Börkün ön kısmında gümüşten veya parlak bir madenden yapılmış kaşıklık bulunurdu. Subaylar buraya sorguç takarlardı. Bu yüzden bir adı da tüylüktü. Yeniçeri subaylarının giydikleri börk biraz değişik ve süslü olurdu204. Külahlar ise keçe külah ve iplik külah olarak iki değişik türde ve isimde görülür. Keçe Külah; İşlenmiş, temiz ve kaliteli yünden keçeciler tarafından "pişirme" diye tabir edilen, iyi bir emek, ustalık ve işlemden sonra konik olarak 35 -45 (cm) boyunda kahverengi, siyah ve beyaz olmak üzere üç değişik renkte yapılırlar. Makbul olan renk beyaz olanıdır. Üzerine "poşu" denen sırmalı ve püsküllü değirmi yani 75x75 (cm) ebatlı değişik renklerden oluşmuş ipek kumaş sarılır. İplik külah çeşidi ise ince ve çok kıvrak olarak elde eğrilmiş yün veya pamuk ipliklerden oya milleri ile değişik model ve süsleme şekilleri ile örülür. Üst kısmı konik olarak büzme yapılır, ortasında küçük bir püskül bulunur. En makbul olanı tabii boyalarla renklendirilerek elde edilenleridir. Hatta günümüzde Türkçemize de yer etmiş olan "külah giydirmek", "külahıma anlat", "külahını ters giydirmek", "külah kapmak", "külahlarıdeğişmek" vb. deyimler kullanılmaktadır. Osmanlı da sarık kullanımı da bir hayli yaygındı. Kavuk, fes gibi bazı başlıkların üzerine sarılan tülbent, şal vb kumaştır. Sarmak kelimesinden türemiş olan sarık, kavuk, külah, fes gibi baş kisvelerinin üzerine sarılan tülbent veya şala verilen isimdir. Sarığın Farsça karşılığı "destar", Arapça karşılığı ise "amma re" dir. Padişahlar, Ulema, vezirler, devlet memurları beyaz tülbentten yapılmış sarıklar sararken, tarikat şeyhleri taç yahut sikke adını taşıyan külahlarına beyaz ile birlikte kırmızı, siyah, yeşil ve çeşitli renkte sarıklar sararlardı. Sarığın yanı sıra takke de geniş kitlelerce kullanılmaktaydı. İnce kumaştan dikilmiş veya ipten örülmüş, çoğunlukla yarım küre biçiminde başlık. Elde-yün ipinden örülür üzerine sargı sarıldığı da olur. Yine takkede beyazdan ziyade renkli olanlar tercih edilir. Dilimize yer etmiş olan "takke düştü kel göründü", "al takke ver külah" gibi deyimler günümüzde sıkça kullanılmaktadır. Kenarları saçaklı ipek, pamuk, yün vb.nden yapılmış bir tür başörtüsü olan poşularda halk arasında yerini almıştı. Çok ince ipek yün veya pamuktan dokunmuştur. Beyaz, krem, koyu kahve gibi renkleri vardır. Kenarları çeşitli renklerden oluşan püsküllerle süslüdür. Yüksek memurlarla, devlet kalemlerinde çalışanlar arasında ise Horasani giyilirdi. Üst bölümü sarıktan taşacak biçimde yapılmış kavuktur. Hammaddesi yündür. Genelde Osmanlının ilk dönemlerinde kullanılmıştır. Bununla beraber Şeyhülislâm ve Kazaskerler ile ulema sınıfına mahsus örf adıyla da bir çeşit kavukta kullanılırdı. Hatta kavuk yapımı sırasında İstanbul kavukçu esnafının üretim nizamında, kavuğun iç tarafına yerleştirilen kırık denilen astarın yeni ve temiz olması, kavuğun içine konulan pamuğun kaliteli, kuru ve ipliğinin kullanılabilecek derecede olması, her çeşit imalatlarda hile olmaması konusunda gerekli yerlerin dikkati çekilmiştir205. Yüksek kademedekiler de ise kallavi yaygındı. Sadrazam ve vezirlerin giydikleri üst tarafı dar mahrut şekline yakın telli kavuk çeşididir. Kallavi, 65 cm - 70 cm uzunlukta idi. Üzerine ince Hint tülbendi sarılır, sağdan sola doğru dört parmak genişliğinde sırma ile süslenirdi. Tip olarak çadır şeklindedir
2- Bedene Giyilenler
Erkeklerin üst giyiminde feraceler önemli bir yere sahipti. Feraceler erkek ve kadın olmak üzere iki kısımdı. Erkek feracesi; Ulemanın giydiği pek geniş ve kolları yarık bir nevi biniştir. Bol kollu ve yakalı biniş kenarına samur kürkte kaplanırdı, eskiden ilmiye ricali giyerdi. İlmiye ricalinin resmi günlerde giydikleri sırma işlemeli üstlüğü de ferace denilirdi. İlmiyenin ferace giyenleri hicri 1264/1848 senesinde rütbelerine yapılan tadilat ile başlamış Osmanlı Saltanatının sonuna kadar devam etmiştir. Tanzimat'tan önce saray erkânı da ferace giyerdi bunların kürk kaplı olanları vardı. Başçavuş divan günleri kürklü ferace giyerdi. Delikanlı feracelerinin kolları kısa olur bir de geniş devrik yaka ilave olunurdu. Kol kenarları ve yaka sırma harçla işlenirdi. Önünde sadece süs olarak kalan kürk parçaları ile gençleri pek açan
207
bir üslük idi. Yazın pardösü yerine giyilirdi .Yine aynı şekilde üste giyilen kıyafetlerin başında kaftanlar gelmekteydi. Genelde ipekten yapılan, bir çeşit uzun,
süslü üst giysisi Kaftanlar içe ve dışa giyilmek üzere iki tür dokunmuştur, dışa
*
giyilenler Merasim Kaftanları'dır. Bunlar, altın telli çatma veya seraserden yapılmıştır. Bunlar da diğer kaftan biçimlerinden olup; sadece kol üzerinden omuzdan aşağıya kaftan boyu kadar yen denilen ikinci bir kol bulunmaktadır. Bu üst giysilerin yanı sıra şalvar önemli bir yere sahipti. Kadın ve erkek giyiminin değişmez kostümüdür. Hammaddesi genelde çuhadır. Fakat biçimi itibariyle her iki cins için farklı tarzlarda kesimi olmaktaydı. Şalvar, pantolon Osmanlı toplumunda yaygınlaşıncaya dek her kesimdeki erkekler kullanmıştır. Bacakları gayet bol, paçaları ayak bileklerine kadar inmekteydi. Paça ağızları ayağın geçebileceği genişlikte ayarlanırdı. Cep ağızları parça kumaşlar kullanılarak yapılırdı. Lüzum görüldüğü müddetçe de sırma işlemelerle süslenenleri olurdu. Koyu renkli kalın yünlü kumaştan dikilen uzun elifi don şalvarlarda kullanılmaktaydı. Bunlarla beraber potur denilen pantolon gibi alt giyimi olarak ifade edilen erkek alt giysisi de mevcuttu. Poturun özelliği diz kapaklarına kadar pantolon kesimi şeklinde indikten sonra bacakların alt kısmının baldırlara kadar sımsıkı yapışık olmasıydı. Gömleğin üzerine Camadanın altına giyilen kalın kumaş dikilen ve bel kısmı kuşağın altında kalacak ve tam bedene oturacak şekilde cepkenler kullanılırdı. Kolları yırtmaçlı ve uzun, harçla işlenmiş bir tür kısa, yakasız üst giysisidir. Diğer adı kartal kanadı olarak ta bilinen camadanlar genelde potur üzerine giyilirdi. Bedenin en üstüne giyilen camadan, koltuk altları cepken tamamı işlidir. İşleme özelliği nedeniyle kumaşın rengi görülmez. İşlemesi düzgün kırılmadan dik durur. Kadifeden yahut çuhadan yapılırdı. Camadanın ihtişamı giyeni de heybetli gösterir. Bunun yanı sıra işlik(gömlek) erkek giysilerinin vazgeçilmezleri arasında idi. Sırla, beyaz yün dokumadan yapılırdı. İşliğin yakası boyuna paralel kesilip, üç parmak genişliğinde yaka dikilir. Yaka, yandan, sol tarafta, omuz başına kadar açıktır ve siyah düğmelerle kapatılır. Bedenin ön ortasında, üç parmak genişliğinde pat vardır. Patın üzerine süs amacı ile altı adet siyah düğme dikilir. Patın sağ ve sol yanına üçer adet nervür yine süslemek amacı ile yapılır. İşliğin kolları uzun, kol ağzı manşetlidir ve tek düğme ile kapatılır. Yaka etrafına, patın kenarlarına ve manşetlere ince siyah biye geçirilerek süslenir. Manşet, yaka ve patın üzeri beyaz iplikle makinede baklava dilimi şeklinde dikilir. İşliğin üzerine genelde siyah renk yelek tercih edilirdi. Yeleğin yakası "U" kesimli, göğüs altına inecek şekilde kruvazedir. Çift sıra halinde gümüş düğme ile iliklenerek kapanır. Kolsuz olup, içi çizgili kumaşlarla astarlanır. Boyu bele kadar iner. İki yanında ilik cep bulunur. Yakanın etrafına, cep ağızlarına siyah kaytan geçirilir. Bazı yeleklerin bütün yüzeyi kaytanla işlidir. Bele ise geniş yollu yünden dokuma Lahuri, Acem, Hint, Kaba şal kuşaklar sarılırdı. Üçgen şeklini alan şalın uzun ucu tekrar içe katlanır, daraltılarak bele, işliğin üzerine sarılır. Şalın üzerine giyilen çok cepli dikdörtgen biçiminde dört köşesi önden saracak biçimde özelliği olan silahlık ta erkek giyiminde önemli bir nokta idi. Silahlık kalın gres deriden yapılan bütün eşyalar konulabilirdi.
Yapılan yeniliklerle beraber Redingot giyimde ön plana çıkmıştı. Redingot, kravatlı ve kolalı yakası olan Frenk gömleği ile giyilen bir Avrupalı kisvesi idi. Siviller bu ceketi resmiyet icap ettiren yerlerde, toplantılarda giyerdi. Setre pantolon giyildiği zaman, gençler onun icaplarını kolayca kavradılar, fakat yaşlılar için, kolalı gömlek içine girmek, boğazına kasketli kolalı yakayı takmak, onun üstüne boyun bağını bağlamak kolay alışılır şey olmadı. Sarayda resmikabullerde ecnebilerinde bulunduğu toplantılarda, çoğu yaşlı olan devlet erkânı ile yüksek memurların redingot içinde azap ve işkence çekeceklerinden gayri, kıyafet aksaması ile de garipsenecekleri düşünülerek sivil memurlara resmi bir kisve olarak İstanbulin icat
edildi. Redingottan farkı göğsünün tamamen kapalı olması idi. Kolalı gömleğe, kolalı yakaya ve kravata lüzum görmemesi idi. İki parmak yükseklikte düz ve dik bir yakası vardı. Yakanın içine, kirlendikçe değiştirilen hafif kolalı bir iç yaka dikilirdi ki bu iç yakanın dışardan ancak 1- 2 milimlik bir kısmı görünürdü. Yaka önden iliklenmez, fakat yakanın hemen altından İstanbulinin ilk düğmesi başlardı. Eteği tıpkı redingot gibi diz kapağına kadar uzundu; Fakat İstanbulin in göğsü, yaka altından bele kadar, kendi kumaşından yapılmış tek sıra 5 -6 düğme ile iliklenip kapanırdı. İstanbulinler yerini II. Abdülhamit zamanında redingotlara terk etti.
Kıyafet Islahatı Öncesi II. Mahmud'a Ait Kıyafetler
3- Ayağa Giyilenler ve Aksesuarlar
Ayağa, nakışlı yün çorap, üzerine siyah meşinden yapılan kulaklı yemeni giyilir. Sivri burunlu, arkası kulaklı, yüzü bileğe kadar kapalı, uzun topukludur. Yemeniler yanlarda içten lastiklidir. Ayrıca tokalı çarık da giyilirdi. Ucu sivri, deriden yapılmış kunduraların yanı sıra körüklü ya da değişik çizmeler kullanılmaktaydı. Tozluklar mest üzerine geçirilerek ayak bileklerden dize kadar uzanan, kumaşın rengi görünmeyecek şekilde işlidir. Çarıklarda kullanılanların başında gelmekteydi. Osmanlı Müslüman halkı ayakkabıların rengiyle diğer tebaadan ayrılırlar. Ulemanın dışında herkes sarı deriden yapılma ayakkabı kullanırlardı209. Ulemanın pabucu ise mavi renkte olurdu. Askerlerin bazı sınıfları kırmızı çizme kullanırlardı. Çoraplar da ise genelde yünden örme, el işleri kullanılmaktaydı. Rengi genelde sade ve diz boyunda idi. Ayağa, nakışlı yün çorap, üzerine siyah meşinden yapılan kulaklı yemeni giyilirdi. Aksesuar olarak ise boyunda üçgen şeklinde gümüş muska, göğüs üzerinde gümüş köstek vardır. Köstek, sağ taraftan sola doğru takılır. Saat, kuşak veya serhatlık arasına sokulduktan sonra zinciri göbek üzerine sarkıtılır. Üç parçadan oluşan bu köstekli saatler erkeklerin takısının başında gelir. El temizliği için kullanılan pamuklu kumaş üzeri işlemeli peşkir, tütünlük piştov, saldırma aksesuarlarda ilk akla gelenlerdir. .
b. Kadın Giyimi:
Osmanlı Devletinde Avrupaî kıyafet II. Mahmut devrinden başlar ve bu
dönemden sonra genişleyerek yayılır. Önceleri, yüzyılların geleneklerine bağlı pek
önemli bir müessese idi . Türklerde geleneksel kadın kıyafetlerinin (özellikle XIX.
Yüzyılın ikinci yarısından itibaren) batılı giyim-kuşam tarzının etkilerine açıldığı
yüzyılın son çeyreğinde neredeyse tümüyle Avrupalaştığı görülür . Batılılaşmanın
kıyafete yansıyan ilk aşamasının askeri kıyafetlerde başladığı; sonra da kadın
modasına etki ettiği gözlenmiştir.
Türk kadınının giyim ve kuşamlarını kullanışları yer ve zamana göre değişmekteydi. Bunlara baktığımızda şu şekilde bir değerlendirme yapabiliriz:
1-İçgiyim; don, gömlek, yelek ve iç çamaşırları.
Dış giyim; içlik, döşlük, üst yelek, şalvar ferace ön planda olmuştur. Genellikle, sevai, kutnu, çitari, atlas, canfes, yanardöner, üsküfe, meydanî gibi yollu; çiçekli, simli, parlak renkli, iplikten yapılan şalvar olmuştur. Entari, ceketler özellikle bir nevi kısa yelek olan ve genelde şalvar içlik üzerine giyilen cepkenler kullanılmaktaydı. Ayrıca kolsuz işlemeli bir yelek türü olan fermeneler daha ziyade Rumeli taraflarında kullanılmaktaydı. Yine aynı şekilde ceket, şalvar, vs. giysilere sırma ve kaytandan yapılan işlere de fermene213 ismi verilmekteydi. Fransızca "Paraman" veya Latince "Paramentum" denilen bu isimdeki süse, Türklerde ise çuhadan veya abadan dikilmiş kısa yeleğe kullanılmıştır. Salta ise bir çeşit kısa cepkenin adı idi. Bu terim Venedik Cumhuriyetinin koruyucu Saint Maro adının Cezayirli gemiciler tarafından bize gelerek halk dilinde bozulup salta-marka diye kullanıldığı tahmin edilmektedir. Hırka; bele oturan, arkası körüklü, kolları bolca, içi astarlı daha çok kışlık bir giyim parçasıdır ve bugün hala giyilmektedir. Libade; dikişli, pamuklu hırkadır. Kürkler; tüyleri kıymetli hayvanların postları debbağ (tabak) yapılarak özel işleme tabi tutulur ve sonrada kendi içinde sınıflandırılarak sırt, boyun, bacak, kuyruk vs. bunlar birleştirilir, giysilerin çeşitli yerlerindekullanılırdı. Başlıca çeşitleri, samur (kakum), vaşak, sansar, sincaptır. Ekonomik şartlara göre giyilen kürkler genelde, kaftan, hırka gibi giysilerde kullanılmıştır.
2-Baş giyimi, saçlar ve makyaj: Hotoz, tepelik, güllük, fes, buların yanı sıra süslenmek amacıyla aklık, allık kullanılmıştı.
3-Bacak ve ayağa giyilenler: Çoraplar, ayakkabılar, başmak, bot, kaloş potin, çedik, iskarpin, kundura, mest, terlik ve benzeri eşyalardır.
4-Sokak giyimleri: Çarşaf, ferace, maşlah, yeldirme, ihram, çar gibi kıyafetler kullanılıyordu.
İslamiyet'te kadının mahrem sayılması, örtünüp kapanmasına, dolayısı ile sokak kıyafetinden çok ev içi elbiselerindeki kıyafet çeşitliliğine yol açmıştır. Buna benzer olarak, orta çağ Avrupa kadınının giyiminde, Katolikliğin etkisinin başlamasıyla, kilise tesiri giysilerde hatların sadeleşmesine neden olmuştur. Günümüzde dahi koyu dindar ülkeler bu tesirden kurtulamamıştır.
Gelin olacak kızlar düğün aşaması sırasında farklı günlere göre de kıyafetlerinde değişikliğin olduğu göze çarpmaktadır. Örneğin Karabük-Safranbolu çevresinde, pazartesi günü, ipek saten elbise, salı günü oğlan evi kınasında siyah lame elbise, çarşamba günü gelin kınasında yeşil elbise, gezme giysisi kadife güllü elbise, Perşembe, yani düğün günü, beyaz lame gelinlik giyildiği yakın zamana kadar görülmekteydi.
Batılılaşma ile altta şalvar, iç entarisi ve üç etekten oluşan geleneksel kadın kıyafetlerinde bir geçiş dönemi yaşamıştır. Parlak yaldızlı geniş harçlar, pileler, bele oturan şalvarlar, korsajlı kısa ceketler, yeni tarzın belirtileri olarak görülürken; çok giyilen, çevreleri oyalı, harçlı üç etekler hala gelenekselliği koruyan öğelerdir217. Önden açık, düşük-uzun kollu, Şam ipeğinden elbise ve yeşil kuşak ile ayak üzerine zengin görünümlü drapelerle (kumaş) düşen geniş şalvarlar XIX. yüzyıl Türk kadınlarının giyimleridir218. Cepkenler; kadife başta olmak üzere çeşitli kumaşlardan yapılmaktaydı. Bunun üzerine beyaz, sarı ve diğer renkli kordonla süslenerek işlenirdi. Yeleklere ise zincir işi, balıksırtı ve su taşlarıyla değişik desenler katılırdı. Bunlarla birlikte sim-kordon tutturma tekniği ile ay yıldız, su taşlı süslemeler işlenirdi. Üç eteklerde kemha, kaşe, ipek ve atlas cinsinden kumaşlar kullanılırdı. Kenar süslemelerinde ince kordonlar birbirine tutturularak oya haline getirilirdi. Genelde kenarları işlenirken toplu iğne üzerine sarılarak şekillendirilen düğmeleriiplik sarma tekniği uygulanırdı. Bindallılar da kadife üzerine altın ya da değişik türdedüz sarma, birleşik sarma süsleme tekniği kullanılırdı .
Sultan II. Mahmut Devrinde erkekler Avrupa modasının yakın takibe almışlardı. Ama kadınlar kendilerini modaya daha erken kaptırmışlar, Beyoğlu'nun Levantine terzilerine Paris modasına uygun elbiseler diktirip, o zaman henüz meydana çıkan Ampir mantoları ferace haline getirmek için zekâlarını kullanmışlardır. Geniş kabarık Avrupa eteğinin üstüne ilk Türkmenlerden kalma üç kırmalı yakayı, arkadan yerlere kadar uzanarak Türk gelenekselliğiyle Avrupamodasını uzlaştırmışlardır . Kadınların kullandıkları kemerler, özel ziynet eşyalarının en önemlileridir. Bunlar; elmas, inci gibi değerli taşlar işlenerek kemerlere estetik kazandırılır. Göbek hizasından bağlanan kemer tokaları da değerli
ve göz alıcıdır.
Türk kadınları baş süslemelerine ayrı bir önem vermişlerdir. Baş yapısına göre hotoz (kalpak) kullanmışlardır. Saçların üstüne oturtularak uygun tarzda, kışın kadifeden, yazın ince ipek kumaşlardan yapılarak günlük yaşamda yerini almıştır. Hotozların etrafı, zevk ve zenginlik derecesine göre çiçekler, değerli taşlar ve pırlantalı iğnelerle süslenerek, sırma ipekli çevrelerle (başörtüsü) kullanılmıştır. Bugün dahi Anadolu'daki aşiret kadınları daha sade ve basit şekilleriyle hotozlargiymektedir. Sokakta ise vücudu her taraftan, topuklara kadar kaplayan uzun kolluferaceler giyilmiş ; Kadın feracesi; kadınların sokakta yaşmakla beraber giydikleri üst esvabı ki muhtelif biçimlerde olup en marufunun eteklerle bir boyda yakasıvardır. Çarşaftan evvel kadınların tesettür için giydikleri üstlüğün adıdır. Çuhadan, softan, sonraları aynı zamanda fantezi kumaşlardan yapılırdı. Düz, süssüz, sade olanları olduğu gibi, cepleri ve yakaları işlemelileri de olurdu. Arkası, yakası uzun olanları, modaya göre bol ve darları vardı. Renkleri de daha ziyade koyu idi. Bir aralık al moda olmuştu. Kibarlar hep al feraceler yaptırmış idi:
Al ferace, ince yaşmak, eldiven
Gençliğim var isterim elbette ben
Diye şarkısı da çıkmıştı. Ferace mantodan hemen hemen farksızdır. Feraceyi mantodan ayıran cihet, feracede manto tarzında geniş yaka bulunmaması ve dahauzun olmasıdır. Feracelerin yakaları askerlerin giydikleri ceketlerin dik yakalarıtarzında idi . Baş ve yüzlerini yaşmak denilen tül gibi ince ipekli bir örtü ile örtmüşlerdir. Ayrıca; gayrimüslim kadınlar siyah ve mavi renkten başka ayakkabılarda giymezlerdi. Buna mukabil Müslüman kadınlar, içedik de denilen altı köselesiz konçlu yumuşak mestler giyerlerken; dışarı çıkarken üzerine altı kösele, burnu sivri, yayvan, düz, topuksuz pabuçlar giyilirdi223. Sarı potin ve terlikler, yeriniAvrupalı bayanların kullandığı şık ayakkabılara yerini bırakmıştı224. Çarşaf ise ilk Türk geleneğine I. Murat devrinde, Bursa'ya yerleştirilen Türkmen oymağının güzel kadınları halkı heyecan içinde bırakınca din büyükleri ortalığı yatıştırıp, herhangi bir ayrılığa mahal vermemek maksadıyla, Türkmen güzellerine yüz örtüsü mecbur kılmış, güzellik sembolü sayılan örtü, kendilerini çirkin saymayan Bursa hanımları da kullanmaya başlamışlardır. Kıskançlığın verdiği bu moda tüm şehirde rağbet görmüş, ardından gelenek haline dönüşmüştür.
Hiçbir Türk kadınının mahremsiz, sokakta göründüğü vaki değildir. Mahrem (yaşmak) tülbentten olup iki parçadan oluşmaktaydı. Bir parçası çenenin altından tutturularak kadının başını örtmekte ve ikinci parça ağız ve burun üzerinden geçerek çevresini görebilecek kadar açıklık bırakılırdı. Üzerlerine ise bütün bedenini örten. erace giyerlerdi226. İstanbul kadınlarının giydiği ferace genelde yeşil kumaştan veya diğer mensucattan yapılırdı. Feracenin sarkık yakalığı çatmalı ve yeşil ipek ile kaplıdır. İstanbul kadınları ellerinin ve ayaklarının parmaklarını parlak gül rengi ile boyarlardı227.
Resim VIII. XIX. Yüzyıl Kadın Kıyafetleri
Kaynak: Amasra Müzesi
Türk gelini başında gümüşten, yuvarlak bir taç vardır. Bundan çıkan parlak teller omuzlardan aşağı sarkmaktadır. Düğüne gelen misafir ve davetliler bu tellerden kopararak oradaki erkek ve kız çocuklarına verirler228. Türk düğün gelenekleri içerisinde dünürcü kadınlar özel kıyafetler olarak ferace zerini giyerlerdi. Bu giysi siyaha yakın yerli kumaştan elde edilirdi. Yaşmak üzerine siyah ve kalın peçe örterlerdi. Ayaklarda ise sarı çizmeler veya kaloş kundura giyerlerdi. Gen kızla ise ikipırpırlı, beli ince yemeni kullanırlardı . Her toplumun geleneğinde önemli bir yere sahip olan düğünlerde halk, güne uygun kıyafetlerini giyerek kendilerini ifade edecek şekilde kutlamalara katılırlardı. Bu kutlamalarda kullanılan kıyafetler yöreden yöreye değişebilirdi. Günümüzde dahi Anadolu'nun herhangi bir köyünün mahalleleri arasında dahi farklılıklar göze çarpar. Bu nedenle hiçbir halk bilimcisi ya da bir etnolog günümüzdeki Türkiye'nin geleneksel kıyafeti şudur demeleri geçerli olmaz.
Kıyafet Islahatı Sonrası II. Mahmud'a ait Kıyafet
c.Osmanlı Tebaası
XIX. yüzyılda Batılılaşma hat safhaya ulaşırken, Avrupalıların da, doğunun esrarlı yaşamına duydukları merak ve ilgi, Osmanlı ülkesiyle aralarındaki teması arttırmıştır. Bu karşılıklı etkileşim ve batının Osmanlı ülkesini daha yakından tanıma isteği bu alışverişin iki yönlü gelişmesini sağlamıştır.
Bunların yanı sıra batılı sanatçıların zaman zaman doğuya bakış açılarının da değişim rüzgârının esmesine neden olmuş, ardından farklılığı ve doğu kültürünün otantik zenginliğini araştırmaya başlamışlar sonucunda da, "Orientalizm" akımı doğmuştur230. Şark medeniyetini merak edip izlenimlerini detaylı bir şekilde yansıtan seyyahlar, sanatçılar, Osmanlının giyim kuşamından detaylı bir şekilde bahsederler. Garptan memleketimize gelen sefaret heyetleri arasında fırça ve fikir sahipleri de vardır. Bu esrarlı âlemi kalemleri, fırçaları ve fikirleri ile de geri döndüklerinde, yanlış ve çok defa noksan olarak garba bildirmişlerdir. Gerek saray ve gerekse Osmanlı toplumunun düşüncelerini, inançlarını, giyinişlerini, davranışlarını objektif ve noksansız olarak aktarıldığı düşüncesinde değilim. Şark medeniyetini araştırıp garba bilgi verenler arasında en ünlüleri; İngiliz Fynes Moryson, Rönesans çağı gezginlerinden Bassano de Zara, Ogier Ghiselin de Busbecg, Schweigger, Thomas Dallam, Lady Mantagu, Elisabeth Craven, D'Ohsson, Lamartine, La Baronne Durand De Fontmagne, Knut Hamsun vb. ilk bakışta göze çarpanlardır.
Osmanlı gayrimüslim halk arasında ilk göze çarpan özellik başlıklardır. Mısır, Suriye, Arabistan gibi bölgelerde Müslüman halk sarık, kalpak türü başlıklar kullanılırken Yunan yarım adasında Ege adalarında oturanlar kırmızı veya beyaz kumaştan başlıklar kullanılırdı. Saçlar ise Türk adetlerine kendilerine uyarlamaya çalışarak kazıtıyorlardı. Rum rahipleriyle Ege adalarında oturanlar saçlarını kısaltmazlardı. Trakya, Arnavutluk, Yunanistan ve Mora'da oturanlar saçlarının önkısımlarını kazıtarak diğer kısımlarını uzatırlardı. Buna mukabil genelde bıyık bırakırlardı. Sakal ise değeri manevi boyutlarda olmakla beraber Rum ve diğer gayrimüslim tebaanın çoğunda vardı232. Durand De Fontmagne, kadınların kıyafetlerine bakarak hangi milletten olduğunu anlamanın zor olmayacağını ifade eder. Bunun için kadınların örtünüp örtünmediğine bakmak yeter. Rumlarla Frenklerin yüzleri açık, Yahudilerle Ermenilerin yüzlerinin yarısı örtülüdür. Türkler ise yalnızca gözlerini açıkta bırakırlar. Hali vakti yerinde bir ailenin kadınının üzerindeki, çeşitli renkteki, ipek, kaşmir ya da saten feraceler hoş bir görünüm arz eder. De Fontmagne Şarktaki insanların renkleri seçmeyi çok iyi bildiklerini ifade ederek, nereye bakılsa birbiriyle zıtlaşan değil, birbirine uyum sağlayan renkler görülür. Süsüne düşkün hanımlar pembeyi, açık maviyi, leylak rengini, uçuk sarıyı sevdikleri gözden kaçmamıştır233. Nicholay'a göre Peralı Rum ya da Frenk kadınlarının son derece şık ve gösterişli giyindiklerini belirtir. Hatta daha önce bu kadınları görmemiş olanlar giysileri karşısında hayrete düşer. Kentli ya da tüccar eşleri kadife pelerin altın ya da gümüş düğmeli dantelli giysiler giyerler. Zengin olmayanların bile ipek ve tafradan giysileri vardır. Ayrıca birçok da mücevher takarlar. Eğer kocaları istediklerini karşılayamazsa, bunları karşılayacak arkadaşlar bulurlar, bundan da utanmaz ve çekinmezlerdi.
Frenkler kendi milli kıyafetlerini muhafaza etmişlerdir. Fakat birçokları da rahatlığı dolayısıyla, şapka giymek ve peruk takmak hariç, Türk kıyafetine girmeyi tercih etmişlerdir. Yahudiler: Yahudi kadınlarının kıyafetleri çok süslüdür. Kıyafetleri daha çok, o dönemde Avrupa da tuvalet eşyası ve tuhafiye satan kadın satıcılara benzemektedir. Rumlar: Rum kadınları, Türkler gibi giyinirler ancak başlarına giydikleri başlık daha büyüktür, pek de zarif değildir. Naksos adasındaki genç kızların kıyafetleri çok ilgi çekicidir. Bunlar elbiselerinin yapılması için çok kumaş harcarlar ve etekleri o kadar geniştir ki büyükçe bir kapıdan zor geçerler. Sakız adası kadınlarının kıyafeti hiç de güzel olmadığı, ancak birbirine yakın olan Ege adalarının giyimindeki değişiklikler şaşılacak derecededir. Patnos adasındaki kadınlar başlarına türban şeklinde beyaz bir kumaş saralar. Eflak kızlarınınkıyafetlerinin çok sade ve temiz olduğu göze çarpar. Bulgar kızlarının vücutları gelişmiş ve çok biçimlidir. Giydikleri korse bir zırhı andırır. Alınlarının bir kısmını örten başörtüleri gümüş pullarla kaplıdır. Örülmüş saçları omuzlarına kadar sarkar. Rus devleti tebaası olan Ermeniler İstanbul Ermenilerinden farklıdırlar. Giydikleri ayakkabılarda başka biçimdedir. İranlıların elbiseleri kısadır. Türklerin kıyafeti kadar ciddi bir havası yoktur. Bununla beraber oldukça güzeldir. Kızılbaşlar, üzerlerinde kılıç veya hançer, ellerinde eğri saplı bir baston taşırlar. Başlarındaki sarık sarı renktedir. Afrikalılar, esirler gibi ayak bileklerinde altın veya gümüş halkalar taşırlar, giydikleri gömleklerin kol ağızları yırtmaçlı olup aşağıya doğru sarkar. Türk kadınları gibi uzun don giyerler. İç çamaşırları ise dizlerine kadar uzanır. Müslüman kadınlarının yüzlerini göstermeleri dini inançlarında yasak sayıldığı için Afrikalı kadınlarda tıpkı Türk kadınları gibi yüzlerini yalnız gözlerini açıkta bırakan bir peçe ile örterler. Arnavutların ayakkabıları sarıdır, bellerine zerin kemer takarlar. Tütün çubukları yere kadar uzanır. Mısırlı kadınlar başlarının ve vücutlarının bir kısmını geniş siyah peçe ve çarşaflarla gizlemektedir. Kadın ne kadar süslü giyinir ise giyinsin daima geniş çarşaf içinde kıyafeti görünmez. Bununla beraber pamuklu kumaştan yapılmış peçe indirildiği vakit, gözler istisna olarak bütün yüzü kapatır ve diğer doğu kadınları gibi don giyerler. Bedevi kadınların elbisesi zarif değilse de merak ve alaka uyandırmayan bir şey de değildir. Çöl Araplarının kadınları bir hayli tuhaf tezyinat takınırlar. Kulaklarına iri maden küpeler takarlar. Kollarında ve baldırlarında dahi buna yakın cesamette bilezikler taşırlar. Ayrıca üzerlerine mercan taşları iliştirilmiştir. Boyunlarına her türlü gerdanlık asarlar bazıları saçlarına ufak çıngıraklar takarlar, genç kızlar ise ufak çıngırakları ayaklarına bağlarlar. Daha ziyade medenileşmiş Araplar vücutlarının çeşitli yerlerine mavi boyadan iğne ile
r o ¿Tryrxrı
şekiller çizerlerdi. Müslümanların dışında kalan halk siyah pabuç giyerlerdi. Ancak bütün bu anlatılanların yanında ilginç gelebilecek ayrıcalıklarda yok değildi. Örneğin; hizmet ve sadakati görülen Tırnova kazasının Eline karyesi reayasından olan Ayı Yordan ile iki oğlunun cizyeden ayrı tutulmasına ve bunun yanında Türk halkı gibi fes giyebilecekleri de bir fermanla belirlenmiştir. Bu tür ayrıcalıkların çeşitli zamanlarda uygulandığı görülür.
YAZARDAN
Hiçbir oyunumda tarihten yola çıkmadım ben. Günümüzden yola çıktım. Günümüz olaylarıyla, kişileriyle, sorunlarıyla bir çağrışım uyandırdığı anda tarihe yöneldim. (…) Benim zaman içindeki çevrem, Kanuni Sultan Süleymanlara, simavnalı Şeyh Bedrettinlere, Gılgameşlere dek uzanıyordu. Ama insan aynı insandı. Onların kaygıları, düşünceleri, sorunları, yazgıları…
Çok yanlış olarak tarihsel konulu oyunlar tarihle karıştırılır. Oysa tarih şaşmaz biçimde nesnel, oyun şaşmaz biçimde özneldir. Bir oyun yazarıyla, bir tarihçinin olaylara bakış açıları başkadır, yöntemleri başkadır. Amaçları başkadır. Başka başka bireşimlere gitmeleri doğaldır, olağandır, hatta kaçınılmazdır.
…sanatçı bir şeyleri çözümlemek için yazmaz. (…) Sanatçı sergiler, düşündürür, yorumlamayı da seyir işine ya da okuyucusuna bırakır. Doğru çözüm sonradan doğru yorumlayanlardan gelir. *
*: Orhan Asena’nın söyleşi ve yazılarından alıntılanmıştır.
Kaynak: Nutku, Hülya-CUMHURİYETİN 75. YILINDA BİR YAZAR: ORHAN ASENA-T.C Kültür Bakanlığı Yay.
Haz: Andaç, Feridun-AYDINLANMANIN IŞIĞINDA SANAT İNSANLARIMIZ IV- Papirüs Yay.