.
İÇERİK  
  ANA SAYFA
  İLETİŞİM
  KAYNAK KULLANIMI HAKKINDA
  SULTAN IV. MUSTAFA
  PADİŞAHLARIN EŞLERİ
  OSMANLI HANEDANI SOY AĞACI
  YENİÇERİ VE KAPIKULU SÜVARİLERİNİN İSYANLARINA İLİŞKİN BİR ANALİZ
  II.MAHMUD DÖNEMİ'NDE GİYİM KUŞAM
  II. MAHMUD
  OSMANLI KRONOLOJİSİ
  III. SELİM DEVRİNDE MUSÎKİ HAYATINDAN KESİTLER
  ALEKSANDER GREGOREVİÇ KRASNOKUTSK’UN GÜNLÜĞÜNDEN ALEMDAR MUSTAFA PAŞA VAKASI
  KABAKÇI MUSTAFA AYAKLANMASI
  KİMİ UNVANLAR, TABİRLER
  OSMANLI'DA MÜZİK
  DEVLET TEŞKİLATI
  ISLAHATLAR
  SENED-İ İTTİFAK
  OSMANLI ARMASI
  İLBER ORTAYLI'DAN MAHMUD, SELİM, SADRAZAMLAR PADİŞAHLAR...
  ORDU
  II.MAHMUD'UN MÜZİSYENLİĞİ
  OSMANLI DEVLET TÖRENLERİNİN TOPKAPI SARAYI’NDAN DOLMABAHÇE SARAYI’NA İNTİKALİ
  AYAN
  BAB-I ALİ YANGINI VE ALEMDAR VAK'ASI
  SIR KÂTİPLİĞİ VE RUZNÂME
  III. SELİM'İN SEHİD EDİLMESİ
  27 MAYIS DARBESİ VE TALAT AYDEMİR
  31 MART VAKASI
  TÜRK DARBELER TARİHİ
  KADIN HAYATINDAN AYRINTILAR
  ALEMDAR MUSTAFA PAŞA'NIN SADRAZAMLIĞI
  PAŞALIK MÜESSESESİ (avi)
  OSMANLI ORDUSU (video)
  HAREM (AVİ)
  OSMANLI PADİŞAHLARI (avi)
  BATILILAŞMA (avi)
  OSMANLI AİLESİ (avi)
  HUKUKSAL AÇIDAN SENED-İ İTTİFAK
  SENED-İ İTTİFAK YORUMU
  KİMİ MERASİMLER
  III. SELİM DÖNEMİ YENİLEŞME ÇABALARI
  HALININ TARİHİ
  19.yy'DAN BAŞLIKLAR
  SIRP İSYANI VE OSMANLI-RUS SAVAŞI
  III. SELİM DEVRİNDE NİZAM-I CEDİDİN ANADOLU'DA KARŞILAŞTIĞI ZORLUKLAR
  SENED-İ İTTİFAK'IN TAM METNİ
  SENED-İ İTTIFAK lLE MAGNA CARTA'NlN KARŞILAŞTIRILMASI
  FRANSIZ İNKILABI’NIN TÜRK MODERNLEŞME SÜRECİNE ETKİLERİ
  YENİÇERİ OCAĞININ KALDIRILIŞININ TAŞRADAKİ YANSIMASI
  TÜRK MODERNLEŞMESİNİN AMBİVALANT DOĞASI
  TÜRKİYE'DE BATILILAŞMA DEĞERLERİNİN ARAÇLAŞMASI
  OSMANLI YÖNETİCİLERİNDE ZİHNİYET DEĞİŞİMİ VE BATILILAŞMANIN BAŞLANGICI
  SARAY MÜZİĞİNDE YAYLI ÇALGILAR
  XIX.YY'DA İSTANBUL' DA SANAT VE MUSİKİ
  TOHUM VE TOPRAK YILLARINDA TÜRKİYE
  EDEBİYAT-TARİH-TİYATRO İLİŞKİSİ
  19.YY İLK YARISINDA KADIN GİYSİLERİ
  KEMAL TAHİR VE BATILILAŞMA
  TÜRKLERDE ÇERAĞ MUM VE ATEŞ
  ELEŞTİRİLER



  




																							
KADIN HAYATINDAN AYRINTILAR

OSMANLI’DA KADIN HAYATINDAN AYRINTILAR

 

 

KAYNAK:  TANZİMAT VE TÜRK AİLESİ  /Dilaver Cebeci http://www.akintarih.com/turktarihi/osmanli/aile/aile.htm

OSMANLILARDA CİNSELLİK/ HALÛK AKÇAMRopörtaj: A. Sümercan – Arşiv: G. Kazgan Bravo dergisi, sayı 23-27 – 1983 Mayıs-Eylûl

http://www.halukakcam.com/B6/Notes/OsmanliCinsellik1983.htm

http://www.osmanlisaraykokulari.com/index.html

http://www.tarih.gen.tr/tarih-makaleleri-osmanlida-cariyeler.html

http://www.herkonudan.com/tarih/tarihi-bilgiler/524-fanteziden-gercege-harem.html

TÜM YÖNLERİYLE OSMANLI’DA HAREM / Prof. Dr Ahmed Akgündüz / Timaş Yay.

HAREM II / Çağatay Uluçay /T. Tarih Kurumu

 

 DOĞUM VE ANNELİK

Türk evinde bir bebeğin dünyaya gelmesi en çok kadınlar arasında kutlanırdı. Doğacak çocuğun erkek olması en çok arzu edilen bir şeydi. Fakat çocuk sevgisi sebebiyle kız da olsa sevilirdi. Önceden kundaklar, zıbınlar, mavi battaniyeler, takkeler hazırlanır, hamileliğin altıncı veya yedinci ayından itibaren ebe tutulurdu. Ebelerin cemiyette saygıdeğer bir yeri vardı. Nazar boncuğu, çöreotu gibi şeyler bir beze sarılarak dualarla kıbleye bakan bir duvara takılır, bunun üzerine de muhafaza içinde bir Kur'an asılırdı.

Doğum günü yaklaşınca ebenin ceviz ağacından yapılmış doğum sandalyası eve getirilirdi. Bu sandalya normal bir koltuk gibi olup, oturma yeri at nalı biçiminde kavislidir. Anne adayı bu sandalyaya oturtulur; hazır bulunanlar kollarını sım sıkı tutar ve ebeyle birlikte tekbir getirirler, Fatiha süresini makamla ve yüksek sesle okurlardı. Bebek doğunca yıkanır, göbeği kesilirken göbek adı konur, üç çöreotu tanesi göbeğine konduktan sonra çocuk kundağa sarılır, omzuna mavi nazar boncuğu dikilirdi. Anne süslü yorgan ve örtülerle kaplı yatağa yatırılır, yatağın üstüne Kur'an, onun altına şişe geçirilmiş bir baş soğan , sarımsak , mavi boncuklar, süpürge gibi kem göze tesirli maddeler asılırdı. Yatağın baş ucunda bir şişe loğusa şerbeti olur, bebek kız ise şişenin tepesine , erkek ise boynuna , kırmızı tülbent bağlanırdı.Doğumu haber vermek için bu gibi şişeler dost ve akrabalar gönderilirdi.İsim verilirken sağ kulağına ezan , sol kulağına kamet okunur ve isim söylenirdi. Çocuğun kırkı çıkınca ve sütten kesilince (iki yaşında) hamamda bir tören yapılırdı. Kızlar erkekten daha önce sütten kesilirdi. Çocuk sünnet oluncaya kadar haremde ana terbiyesi altında büyür, sünnet olduktan sonra evin harem kısmından çıkartılarak babasının nezaretine verilirdi.

 

KADIN KIYAFETİ

 

Türk kadının sokak ayakkabıları bile süslü olurdu. Erkekler yüzükten başka mücevher kullanmazlardı ama kadınlar kocalarının varlıklarına göre yüzük, küpe, köstek, kolye, bilezik, saçların arasına takılan mücevher ve başlıkların etrafına sarılan çevrenin üstüne taktıkları inci dizileri gibi bir çok mücevher kullanılırdı. Fakir kadınların baş örtülerinin kenarını süsledikleri altın paralar ile taktıkları altın küpe ve bilezikler ailenin bütün servetini teşkil ederdi.
 
Bu devirde İstanbul Türk kadının en önemli üstlüğü feracedir. Çuhadan veya keşmirden yapılan bu uzun üst elbisesinin renkleri hususundaki moda 1814 ile 1843 arasındaki otuz yıllık bir dönemde pek fazla değişmemişti. Ekseriyetle koyu mavi, koyu yeşil veya erguvani renkler tercih edilmiştir. Zenci kadınlar ise sarı renkli feraceler giyiyorlardı. Ermeni ve Rum kadınlarının oldukça açık ve hafif giyinmelerine mukabil Türk kadınları İslami tesettür anlayışına uygun olarak vücut hatlarını mümkün mertebe gizleyen bol elbiseler içindeydiler. Türk kadınlarının feracelerine Tanzimatı takip eden yıllarda pembe, gri, kül ve fıstıki renkte olanları da ilave edilmiştir.Ferace Avrupa modasının Türk zevkine göre uydurulmuş şekli idi.Hanımlar ampir mantoları ferace haline getiriyorlardı.
 
Müslüman kadınlar sarı Ermeni ve Yahudi kadınlar siyah ve kahverengi pabuçlar giyiyorlardı.
 
Sultan Mahmud devrinden itibaren Beyoğlu modistraları Arnavut Köyünde, Yenikapı'da, Tarabya’da, Büyükdere'de, Kadıköy'ünde oturan ve en kibar konaklardan orta hallilere kadar bütün evlere girip çıkabilen Rum kızlar vasıtası ile Paris ve Londra modalarını İstanbul hanımlarına beğendirmeye çalışıyorlardı.
 
Aşk münasebetlerinin nadiren görüldüğü daha önceki dönemlerde, ev ev dolaşarak kıymetli kumaşlar, mücevherler, kokular, şekerlemeler satan ve harem dairelerine girebilen Yahudi ve Ermeni kadınlar bu hususta arabuluculuk yaparlardı. Tanzimat sonrasında kadının yavaş yavaş cemiyet içinde daha çok serbestiye kazanmasına bağlı olarak , aşk münasebetlerinde de anlaşma vasıtaları değişikliğe uğramıştır. Yüzyılın sonlarına doğru İstanbul'un hayatını anlatan Ahmed Rasim, sembol hareketlerle yapılan bir mükameleyi şöyle tasvir ediyor Sarılayım manasına göğsünü kavuşturuyor, yanıyorum demesini bilmiyormuş gibi düğmelerini çözüyor, teşekkür için parmaklarıyla saçlarını düzeltiyor.. Aşırma temennaları, yelpaze sallayışlar, yüz açıp kapamalar, mektup atmalar, mendil kapışlar"
 
Türk kadını kendisine yabancı olan korse ile ilk defa Sultan Abdûlmecid döneminde tanışmıştır. Padişah yapılacak bir düğün şenliği için bütün saray kadınlarının Frenk usulü korseler giymelerini emretmiştir. Sultan Abdûlmecid'in ve çevresinin kadınının Avrupai tarzda giyimlerine müteallik gayretleri üst tabaka kadınlarında tesirini göstermiş ve tamamıyla olmasa bile orta tabaka hanımlarına da bazı yönleri ile sirayet etmiştir. Ancak bu tarz giyim muhafazakar orta ve alt tabaka kadınlarının husumetini celbediyor, vapurlarda ve ona benzer umumi yerlerde alaylı ve öfkeli tepkiler meydana geliyordu.Bir çok erkekler ise Avrupai giyinen kadınlara laf atıyorlardı.

Yaşmak ve ferace iki sene içinde tarihe karışmış ,1892'de de bir çarşaf modası başlamıştı. Ancak hükümet bu kıyafete karşı tavır almış, İstanbul polisi elinde makas ile iki sene boyunca çarşaflıların etek ve pelerinlerini kesmiştir.


HAMAM, TUVALET,TEMIZLIK KÜLTÜRÜ ve KOKULAR

 Osmanlı İmparatorluğu sahip olduğu kültür ve yasam tarzi ile Avrupa için örnek bir devletti. Bugün yaygınlığını yitirmiş olsa da; Osmanlı'da Türk hamamları temizlik adına çok önemli mekanlardı.

Hamam kavramı Avrupa için temiz olmak ve banyo kültürü oluşmasında yine öncülük yapmıştır.Hatta: daha da ilginç olanı Avrupa'da tuvalet kavramı bile yoktu. 1600'lerde tuvalet kavramından bihaberdiler. 1667 tarihinde Osmanlı'da "Tuvalet Vakfı" kurulurken Avrupa'da tuvalet bilinen bir şey değildi. Insanlar ihtiyaçlarini bos bulduklari alanlarda, ya da evin içinde giderip disariya firlatiyordu. Sehirler pis kokuyordu. Bu yüzden yüksek topuklu ayakkabilar, semsiyeler revaçtaydi. Osmanli'da ise bu tarihlerde zaten hemen hemen her köse basinda var olan tuvaletlerin sayilari artiriliyordu. Avrupa tuvaletle tam anlamiyla olmasa da 18. yüzyilin baslarinda tanisti. Artik saraylarin bir kösesinde tuvalet vardi, krallar ve aristokratlar için ihtiyaç giderme sandiklari bulunuyordu.

Doç. Dr. Said Öztürk Osmanli'daki tuvalet anlayisinin Bati ile kiyaslanmayacak derecede illeri de oldugunu söylüyor. Doç. Dr. Öztürk devamla söyle konusuyor: "Bati ile kiyaslandiginda bu tarihte Osmanli'da tuvalet vakfinin bulunmasi fevkalade bir üstünlüktür. Zira bu tarihlerde Bati dünyasinda tuvalet kültüründen bahsetmek mümkün degil. Daha sonraki dönemlerde de ayni durum geçerli. Bati tuvaletle çok geç tarihlerde tanisiyor. Osmanli imparatorlugunda temizlik, saglik, güzellik, güzel koku çok önemli ve üzerinde durulan konulardi. Saglikli yasam ve huzurlu bir hayatin geregi olarak görülen temizlik ve güzel koku üzerine günümüze kadar gelen arsiv belgelerinden de anlasildigi üzerine Avrupa için öncü oldugumuz degerlere Avrupalilar bizlerden daha çok deger göstermisler.

Avrupa'da banyo ve temizlik alaninin geçmisi, Hiristiyanligin Ortaçag boyunca Avrupa'ya neler yaptigini çok iyi ortaya koyuyor: Osmanlilardan baska, sadece Roma'da hamam kültürü gelismisti. Hamamlar ayni zamanda kültürel bulusma mekanlariydi. Toplanti alanlari, eglence alanlari, kütüphaneler gibi unsurlar suyun etrafinda bir kültürel bulusma noktasi olusturuyordu. Tabii buna dinen pek hos karsilanmayan eglenceler de eslik ediyordu.

Hiristiyanlik Avrupa'da yayginlasir ve Roma çöküse geçerken hamam kültürü de yok olmaya basladi. Kilise, bedenin tamamen yikanip temizlenmesini sehveti tetikleyecegi gerekçesiyle hos karsilamiyordu. Avrupa'nin yüzlerce yil sürecek kir pasak içinde yasama dönemi basladi. Tuvalet kültürü, banyo kültürü, temizlik kültürü yok olmustu. Takip eden yüzyillarda Avrupa'da yasanan çesitli salgin hastaliklarin çok yüksek ölüm oranlarina ulasmasinda temizlige ilkesel olarak karsi olan bu yaklasimin derin bir etkisi bulunuyor.

İlginçtir ama tuvalet kültürü Roma Imparatorlugu ve Osmanli Imparatorlugu sayesinde Avrupa'da yer bulmustur. Özellikle Istanbul'un Avrupa yakasi Roma Imparatorlugu'ndan kalan altyapinin yararlarini çok çok görmüs. Bu altyapiyi da sonradan Avrupa'da kullanan nadir imparatorluklardan birisi olmus.Avrupa'da soylularin saray bahçesinde semsiye ile dolasmalarinin en önemli sebeplerinden birisi pencereden hizmetcilerin bosalttigi pisliklerin üzerlerine gelmemesi içindi. Ya da pencerelerden uzak dolasmak gerekiyordu. Malum ola ki bir pislendiniz! Sabun yok ki yikayasin. Fransizlarin parfumleri icat etmeside buna baglidir derler. Dikkat ederseniz her parfümde “EAU DE TOILETTE” yazisi var. Anlami tuvalet suyu demektir. Avrupali tuvalletten çiktiktan sonra parfüm kullanirmis yani “yikanmiyoruz ama biraz güzel kokalim” diyorlarmis.

Ancak; ayni Fransizlarin Luvre Müzesi'nde Osmanli koku arsivi mevcuttur.Osmanlilarin sahip oldugu degerleri bir bir kendi bünyelerine katan dünün geri kalmis Avrupa devletleri bugün bizim onlara kattiklarimizi unutmus görünüyorlar.

Güzel kokunun sanat haline geldigi Osmanli asirlarinda gelenek olarak konugun ister yabanci devlet elçisi, ister komsu olsun gülsuyu ve buhur ikramiyla karsilandigini biliyoruz. Mevlid, mukabele, hac karsilamasi ve benzeri dini toplatilarda gül suyu dökme âdeti hâlâ sürüyor.
Güle itibar yeni yapilan ya da onarilan camiler açilirken gül suyu ile yikanmasina kadar varirdi. Osmanli mutfaginin da parçasiydi gül suyu. Güllaç, su muhallebisi, güllabiye ve serbetlerin tamamlayicisiydi. Nihayet kaynaklarda cilt ve göz hastaliklarina karsi ilaç olarak gül yaginin kullanildigi da var. Bu kadarla kalmiyor koku meraki. Hattatlarin Kur'an-i Kerim'i kopyalarken kullandiklari mürekkebin misk ve amberle karistirildigi el yazmalarinda bugün bile fark ediliyor. Simdilerde, piyasada onca parfüm cirit atarken bile camilerin yakin çevresinde 'kokucular'i görmek mümkün. Bu kisilerin tüpler içinde sundugu esanslarin kaynagi olan çiçeklerin yaglari hiç degismedi: Yasemen, sümbül, gül, reyhan, itir, tefarik, sandal, öd agaci, ful, kakule, tarçin, karanfil...

Osmanlilar, güzel kokunun kisiyi sakinlestirecegine inanir. Kimi arastirmacilar, Osmanli'da koku konusunda bir devlet politikasi oldugundan bile söz ediyor. Topkapi Sarayi'nda bir koku arsivi olusturuldugunu biliyoruz. (Fransa'da Luvre Müzesi'nde Osmanli koku arsivi mevcut.) Keza her dönemin bir kokusu oldugunu da. 2. Selim kokusu, Abdülhamit kokusu gibi... Ihtisam döneminde Istanbul'da moda olan buhurlarin benzerleri o dönemde Avrupa'da da yaygin olarak kullanildi. Birçok yabanci kaynakta sözü edilen 'Pastilles du Serail' bildigimiz 'Saray Pastilleri'. 19. yüzyil Fransa'sinda ragbet gören yayinlar arasinda, Osmanli buhur ve pastillerinin reçetelerini içeren kitapçiklar var. Pretextat Lecomte 1902'de yazdigi anilarinda, Avrupa'da Osmanli buhur pastillerinin taklitlerinin ticaretinin önemli boyutta oldugunu anlatiyor.
Alkollü itriyatin ortaya çikmasiyla bu tablo degisti. Sultan Abdülaziz devrinin sonlarina dogru Avrupa'dan gelen parfümler önde gelen ailelerce kullanilmaya baslandi. En fazla tutulan parfümlerden biri: Lübin Suyu. 'Eau de Lubin' adiyla satilan ürün, kirmizi renkte, lavanta ve karanfil karisimi kokulu, temizlik hissi veren ve iç açici bir losyondu. Zaman içinde bazi markalar hizla moda haline gelir, sonra yerini yenilerine birakir oldu. Bunlara ragmen gül suyu itibar kaybetmedi. Ta ki kolonya çikana kadar.

Eskiden üretilen kokularin dünyada ün yaptigini söyledim. Bunun göstergesi 1851'de Londra 1. Uluslararasi Sergisi'ne gönderilen ürünler arasindaki koku koleksiyonunun gördügü ilginin Ingiliz basinina yansimasi. Ve önemli bir isaret bu sergide Edirne sabununun aldigi 'nefaset ödülü'.. Bundan dolayi 1855 Paris uluslararasi fuarina da Osmanli baskaca ürünler yaninda zengin bir koku standi gönderdi. Kadinlar tarafindan serginin açildigi gün talan edilen siseler üç kez yenilendi. 1862 Londra 2. Uluslararasi Sergisi'nde Osmanli ürünleri 83 madalya ve 44 mansiyon aldi. Girit Valiligi, adada üretilen parfüm dolayisiyla ödül alanlardan biriydi.

Temizlikte sabun en önemli üründü. Bu sebeple çok büyük bir sabun sektörü vardı. Saraya da en kaliteli sabunlar gelirdi ve bunlara eritilip kullanacak kişinin zevkine göre gül veya meyve şekilleri veriliyordu. Saraylıların sabunları mutlaka kokulu olurdu.
Melekler Mekanı - Saçlar sabunla yıkandığı zaman sertleşir. Bunun için yumuşatıcı olarak hatmi ve ebegümeci kullanmışlar. Bu bitkileri kaynatınca kıvamlı bir su oluşur. İşte o kıvamlı su bugünkü saç kremlerinden daha etkili. Saraya kilolarca kurutulmuş hatmi ve ebegümeci gelirdi.

Saç ve cilt bakımında kili çok kullanmışlar. Kildanlıkların içine önce kili sonra da suyu koyarlarmış. Kil aşağıya çökünce, üstündeki suyu kullanırlardı. Bu suyun yumuşatıcı ve saçı-deriyi besleyici etkisi vardır.

Cilt bakımında yağları çok kullanmışlar. Çünkü keselenip, ölü deriyi attıktan sonra dışarı çıkılırsa cilt çabuk buruşur. Bu yüzden banyodan sonra ince bir tabaka yağ cilde sürülürdü. Böylelikle dış etkenlerden korunurdu.
El, ayak ve tırnak bakımı da çok önemliydi. Bunun için susam veya zeytinyağı çok kullanırlar. Ama bunları bitkilerle birlikte kullanırlardı. Özellikle gül yağı tercih edilirdi. Bu da şöyle elde edilirdi; kokulu gül yaprakları zeytinyağı ya da susam yağı içinde bekletilir. Sonra süzerek elde edilen yağ, cilde çok faydalıdır.
Osmanlı saraylarında tonlarca gül suyu kullanılıyordu. Çünkü gül suyu yüzü temizler, cildi nemlendirir, kırışıklıkları giderir. Hafif ve huzur veren kokusu vardır. Cilt hastalıklarına ve yaralara iyi gelir. Hatta Osmanlı gül yağını ruh hastalıklarının tedavisinde kullanmış. İbn-i Sina'nın bile gül yağı kullandığı söyleniyor. Gül macunu ve şerbeti hazımsızlığa iyi gelir. Bu şerbet, bal ve gül suyu karıştırılarak elde edilirdi.
Osmanlı sarayında kokular çok önemlidir. Hatta hekimler kokuyla tedavi bile yapıyor. Değişik kokuların insanları ruhen ve bedenen nasıl tedavi edeceğini çok iyi bilirlerdi. Çok güzel parfümler elde ederler. Alkolsüzdür bunlar. Özellikle baharda buhur günleri yaparlardı.
Sabahlara kadar kazanlar kaynar güzel kokular elde edilirdi. Çok güzel parfüm şişeleri vardı. Bizim güllüabdan dediğimiz harikulade şişerler kullanılırdı. Üstü mücevherlerle süslenirdi, en kötüsü gümüşten olurdu. Koku üreticileri hayal edemeyeceğiniz kadar çok para kazanırlardı. Saray en çok misk ve amber kokardı.

En önemli güzellik sırlarından biri de limondu. El ve yüzleri için beyazlatıcı olarak kullanılırdı. Limon antiseptiktir ve içinde şeker vardır, yüzü besler, gerginleştirir ve yaraları iyileştirir.
Osmanlı'da çok önemli iki estetik kaygı vardı. Ciltlerinin beyaz, saçlarının siyah olması makbuldü. Açık renk saç sevilmiyordu. Beyaz ten ise güzellik demekti. Güzellik ve genç kalmak için yemelerine çok dikkat ederlerdi. Zaten kesinlikle çok yemezlerdi. Özellikle ilkbaharda çok az yenilir, yenilenler de bağırsakları ve kanı temizleyecek sebzeler olurdu. Mesela kiraz kanı temizlediği için çok yeniyordu. İlkbaharda müshil ya da tuzlalardaki tuzlu sular içilerek bağırsaklar temizleniyordu.

 

 SARAY VE CARİYELER

 

Saraydaki harem, bir kültür okulu, bir nezaket yuvası idi. Cariyeler umumiyetle şu beş yoldan geliyordu.

 

1.Savaşlarda alınan esirlerin beşte biri padişaha aitti. 2.Gümrük emini tarafından satın alınıyorlardı.
3.Yüksek dereceli devlet memurları küçük yaşta cariye satın alıyorlar ve gerekli terbiye verdikten sonra padişaha sunuluyordu.
4-Kırım'dan gemi ile geliyorlardı.
5.Komşu devlet hükümdarları hediye ediyorlardı.
 
Muhtelif devirlere göre saraydaki cariyelerin sayısı dört yüz ile sekiz yüz arası değişmiştir.Buların yüzde doksanı temiziik, sofra, çamaşır, dikiş gibi işlerle uğraşan hizmetçiler durumundaydılar Ayrıca sarayda "Acemi Kızlar Mektebi" vardı.Buradan mezun olanlara " ıtıkname" (azadname) denilen ferman verilirdi. Bu azadlık işine "çırak olma" denirdi.
 
Padişahın özel ilgisine mazhar olmuş cariyeler müstesna , bir cariyenin sarayda dokuz yıldan fazla çalıştırılması ve alıkonulması hanedanın şerefine aykırı sayılırdı.Cariyelerin aralarında dilsiz, maskara, zenci, cüce ve süt nine olarak alınan yaşlı kadınlar da olurdu,Cariyelerin ekserisi padişah evlatlığı durumundaydı.
 
Cariyeleri kıdemlerine göre şu şekilde tasnif etmek mümkündür:
 
A.Acemiler
B.Kalfalar
C.Ustalar.
 
1520 tarihinden sonra cariyelerle evlenme adeti kesin olarak yerleşmiştir.
 
Padişahtan çocuğu olan ve "çırağ" edilmeyenlere "has odalık" veya "ikbal" denirdi. Çocuk doğuran hürriyetine kavuşurdu.Has odalıklar kıdemlerine göre baş, ikinci ve üçüncü ikbal olarak adlandırılırlardı.Duraklama ve gerileme devirlerinde ikballer, tahta çıkan padişahların odalıkları olan hanımlarıdır.Padişahın genellikle dört ikbali olurdu. İkballer Tanzimattan sonra padişahın meşru zevceleri oldular. İkballerden sonra dört gözde, dört peyk gelirdi ki, bunlar " hanım" denilen odalıklardı.
Cariyeler, evlerde ve sarayda da aileden sayılmışlardır, eğer sahibinden memnun değilse "beni satınız demesi yeterliydi.

 

Türklerin İslamiyet'e girmeleri, çoğu nazarı bir medeniyete intikalleri , Anadolu ile Avrupa'ya geçmeleri |gibi uzun bir süre içinde cereyan etmiş inkılap çapındaki hadiseler sırasında aile yapısında ve kadınlık anlayışında bazı değişmeler meydan gelmiştir.Bu değişikliklerin başında Türk kadının göçebe hayatındaki serbestiyetini nispeten kaybetmesi gelmektedir.Gerek İslam dininin , gerek şehir ekonomisinin ve gerekse başka kavimlerden alınan bazı kültür değerlerinin tesiriyle kadını biraz daha eve kapanmış olarak görmekteyiz Ancak göçebeliğe devam eden zümrelerde kadın anlayışında büyük bir değişiklik görülmemektedir.Sanayi çağına girildiğinde Avrupa şehirlerinde , fertleri daha serbest, eşitlikçi, üretim ve tüketim birliğini dağılmaya zorlayan bir aile doğarken, bizde zirai ekonominin şekillendirdiği bir aile ve buna bağlı bir kadınlık anlayışı hakimdi.
 
Fontmagne,Türkiye'de ne iğfal edilmiş bir kız, ne sokakta bulunmuş bir çocuk, ne düello, ne ihtiyar vakaları görmediğini haklı olduğuna inanan her kadının elinde taş ve sopayla bir nazırı kovalayabilecek bir serbestiye sahip bulunduğunu , karısını döven bir erkeğin bu fiilinden dolayı mahallenin tepkisine maruz kalabileceğini hayranlıkla anlatmaktadır.
 
Evlerde Türk kadınları, çocuk terbiyesi,ev işleri gibi şeylerle uğraşırlardı.ekserisi ibadetlerini yerine getirirler, kasnak iş işlerler, dikiş dikerler, şekerleme, şerbet ve reçeller yaparlardı, özellikle bu reçeller sahasında son derece maharetliydiler.

Devlet memuriyetinde önemli görevler yapan kimseler, zamanla padişahın gözünden düşüp cezalandırıldıklarında sahip olduğu mallar müsadere edilirdi.Fakat karısının mücevheratına dokunulmazdı.Bu sebeple yüksek rütbeli memurların karıları paralarını mücevherata tahvil ederlerdi.
 
Genç Türk hanımları esans satıcılarının devamlı müşterileridir. Çok çeşitli makyaj malzemelerini , Doğunun ve Batı'nın her çeşit ticari mallarının satıldığı Mısır Çarşısı'ndan satın alınmaktadır.Boğazda oturan aileler ise sebze ve meyve ihtiyaçlarını büyük Pazar kayıkçılarından temin ediyorlardı.
 
Tanzimat döneminin İstanbul'unda da Türk kadını hamam adetini bütün haşmetiyle yaşatmaktadır. Bir koca karısına iki üç defa hamam parası vermemiş ise bu onu boşamak istediği manasına gelmektedir. Hamama gidecek kadınlar bir gün evvelinden titiz bir şekilde hazırlanırlar, yemekler, dolmalar, meyveler, turşular gerekli kaplara konur, türlü kokular tedarik edilir, ertesi gün bir grupla hamam gidilir. Kadınlar çok uzun süre hamamda kalmaları ile meşhurdurlar.
 
Hamamda istenmeyen kıllar sönmemiş kireç ve sarı zırnıktan yapılan kıl dökücü bir ilaçla yok edilirdi. Bu sırada bir midye kabuğu da jilet gibi kullanılırdı.
 
Türk kadının zevkle katıldığı eğlencelerden bir kısmı da Ramazan aylarında evlerde tertip edilirdi. Erkekler teravih namazına gittikten sonra , harem kısmında toplanan kadınlar ve çocuklar aralarında yüzük ve fincan oyunu oynarlar hikayeler,masallar anlatırlar,bilmeceler sorarlar, kahve, şerbet, boza içerler, kuru yemiş, pestil ve cevizli sucuk yerlerdi.
 
Gelir seviyesi yüksek ve yaşam üslubu farklı ailelerin ve devlet ricalinin düğünleri İstanbul kadınlığının çok rağbet ettiği bir eğlence idi.
 
Önceleri İstanbul'da ve diğer büyük şehirlerdeki sokak kadınları çoğunlukla gayrimüslimlerdendi. Bunların bir kısmı iyi şöhret sahibi olmayan kahvehanelerde bulunurlardı. Ayrıca çamaşırhanelerden muhallebicilerden de bunları temin etmek mümkündü. 1567 ile 1583 yılları arasında kadılara yazılan bazı hükümlerde, fahişelerin tespiti ve hapsedilmesine,mahalle imamlarının ,müezzin ve halkının bunları saklaması halinde aynen onlar gibi cezalandırılmasına , fahişeleri nikahlayanların İstanbul'dan çıkarılmasına,çeşitli fesatlara sebep olabilecekleri gerekçesiyle çamaşırcı kadınların dükkan açmalarının yasaklanmasına, Eyüp Sultan civarında çalgı çalan Hıristiyanların ve kaymakçı dükkanlarına giren kadınların men’ine, Pereme tabir olunan kayıklara kadınların erkeklerle beraber bindirilmemelerine dair emirler mevcuttur.
   
Yine bu tarihlerde İstanbul'da bir takım umumi evlerin de görüldüğüne ve bunların mensubu olan -gayr-ı Müslim olmaları muhtemel- kadınlara "acem takımı" denildiğine şahit olmaktayız.
 
1917'de neşredilen Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile kocasının ikinci bir kadınla evlenmesine razı olmayan bir kadın boşanma talebinde bulunma hakkını elde etmiştir.

 

 

SARAYDA YERLEŞİM

 

 Cariyeler ve Kadınefendiler Taşlığı: Cümle kapısı holünden Kızlarağası Dairesi ile Kalfalar Koğuşu arasında devam eden yoldan sola dönülerek Cariyeler Hamamı ile Kadınefendi daireleri arasındaki geniş ve uzun hole cariyeler ve Kadınefendiler Taşlığı denilmektedir. 16. yüzyıl ortalarında karaağalar taşlığıyla beraber inşa olunmuş. 1665 harem yangınından sonra yenilenmiştir. Kadınefendi dairelerinin taşlığa bakan cephelerindeki manzara resimleri, naturalist Türk resminin 18. yüzyıldan kalan ilk örnekleridir. 16. yüzyıl sonlarında kadınefendi daireleri yapılmadan önce taşlık Haliç’e doğru bir terasla açılırdı.


Cariyeler Hamamı: Cariyeler ve Kadınefendiler Taşlığı’nın sonunda Karaağalar Koğuşu’na bitişik olarak yapılmıştır. Sarayın en eski hamamıdır. Kubbeli bir camekân, iki bölümlü ve tonozlu bir ılıklık ve küçük bir halvet bölümünden ibarettir. Hamamın yanındaki bir merdivenden taşlığın sol tarafında bir sıra abdest musluğu, büyük kubbeli hamam girişi, kalfalar dairesine çıkan merdiven kapısı, onun yanında hamam külhanının giriş kapısı bulunurdu.
Tam karşısında çamaşırlık, mutfak, kiler ve aşçıbaşına ait bir oda vardır.
Taşlığın sağ tarafındaki birinci, ikinci ve üçüncü kapı sırasıyla birinci, ikinci ve üçüncü kadınefendi odalarıdır. Dördüncü kapı kırk merdiven diye anılan 52 basamaklı, harem bahçesine inan geniş bir merdivene açılır. Beşinci kapı padişah sarayı dışında hiçbir benzeri olmayan cariyeler kopuşuna aittir. Birçok kalfa odasının bulunduğu üst kat sayesinde cariyeler koğuşunun galeri katına ulaşılır. Bu durum koğuşun sürekli olarak kontrol altında tutulduğunun bir işaretidir.

Cariyeler I. Koğuşu: Taşlığın Haliç kenarında Kadınefendi Dairesi ile meşkhane arasında yer almaktadır. Mermer sütunlarla desteklenmiş asma katı bulunan büyük bir tek hacimdir. Zamanla sütun araları ahşap bölmelerle birleştirilmiş, tek tek mekanlar oluşturulmuştur. Mimari tarihimizde hemen hiç rastlanmayan bu tarz, cariyeler dairesindeki günlük hayat prensiplerine uygun hale getirilmek istenmesi sonucu ortaya çıkmış olabilir.
Yirmi, yirmi beş cariyenin oturduğu, yiyip, içtiği, yatıp kalktığı bu hacim içindeki asma katlara alttan çıkış imkanı yoktur. Asma katların korkulukları alt kattakilerin üst kattakileri görmesine engel olacak kadar yüksektir. Asma kata cariyeler taşlığındaki abdest muslukları yanında bulunan ustalar dairesinden geçilerek ulaşılırdı.
Üst katlarda yaşayan cariyeler ise acemi cariyeleri istedikleri zaman kolaylıkla denetleyebilirlerdi. Böylece acemileri cariyelerin, cariyeleri kalfaların, kalfaları ise ustaların fark ettirmeden denetleyebildiği bir sistem ortaya çıkmıştı.
Bu durum koğuşlardaki hayatın kural ve disiplinlere uymasında, düzenli ve intizamlı olarak işleyişinde büyük etken olmuştur.

Koğuş büyük ve tek bir ocakla ısıtılır, ayrıca odalarda mangallar bulunurdu. Odalar sade olup bizzat sakinleri tarafından duvarlarında süslemeler yapılmıştır. Cumbalı ve kafesli pencereleri Marmara Denizi’ne ve Haliç’e bakardı.
Cariyeler yüksek kerevetler üzerinde yatarlardı. Yatakları yünden yapılmış olup sertti. Bütün gece dairelerde lambalar yanardı.

Cariyeler Alt Taşlığı: Topkapı Sarayı’nın Gülhane Parkı ve Arkeoloji Müzesi’ne bakan köşesinde bulunan üstü açık avludur. Cariyeler Üst Taşlığı’na göre 12 metre daha düşük rakımda yapıldığından burası Cariyeler Alt Taşlığı adı ile anılır. Taşlığın saray tarafında harem hastanesi ve mutfağı; sağda harem bahçesine bakan tarafında hekim odası ve Cariyeler İkinci Koğuşu; Gülhane Parkı’na bakan tarafta odun deposu; Arkeoloji Müzesi yönünde ise hamam, ölü yıkama yeri, meyyit kapısı ve çamaşırlık yer almaktadır.
Kırk merdivenle cariyeler dairesinin üst taşlığından (Kadınefendiler Taşlığı) inilen bu alt taşlığın harem bahçesine açılan kapısı cariyeler dairesi ile harem bahçeleri arasındaki bağlantıyı sağlamaktadır.

Cariyeler İkinci Koğuşu: Cariyeler Alt Taşlığı ile harem bahçesi arasında kalan cariyelere ait ikinci koğuştur. Cariyeler Birinci Koğuşu’nun benzeri olarak inşa edilmiştir. Pencereleri Cariyeler Taşlığı’na bakmaktadır. Büyük ocağı alt kattan üst kata kadar uzanır. Bu koğuşun da asma katları ile alt katı arasında merdiveni olmaması burada yaşayanların da acemiler ve cariyeler diye iki sınıftan oluştuğunu gösterir.

Cariyeler Hastanesi: 1665 Harem yangınından sonra Kadınefendi Daireleri cephesi ile büyük biniş önünde haremi bahçeden ayıran duvarlar kullanılmak suretiyle yapılmıştır. 40 merdiven sistemiyle cariye taşlığına, zemin katta harem bahçesi ve karşı yönde meyyit kapısı ile hasbahçeye açılır. Hastane, payeli revaklarla çevrili bir avlunun kenarlarındaki mekanlardan ibaret olup yer yer iki katlıdır. Harem hastanesine girişte sağ tarafta hastalar odası, sol yanda hastane mutfağı ve hastane koğuşu yer alır. Koğuş pencereleri cariyeler dairesinin alt taşlığı olarak anılan taş avluya bakmaktadır. Koğuşla tüm hastane yapıları gibi dekorsuzdur. Hastanenin altındaki revaktan meyyit kapısına kadar uzanan kısımda ölenlerin yıkandığı çok mekanlı ve büyük ocaklı bir gasilhane mevcuttur.

Cenaze Yıkama Yeri ve Meyyit Kapısı: Haremde vefat eden cariyelerin ve saray görevlilerine ait cenazelerin yıkandığı yerdir. Cariyeler alt taşlığının sonunda günümüzde Arkeoloji Müzesi bahçesine bitişik olan köşededir. Yıkanan cenazeler, yanındaki meyyit kapısında dışarı çıkarılırdı. Padişahların cenazeleri ise Mukaddes Emanetler Dairesi’nin kapısı yanındaki revaklı bölümde bulunan çeşmenin önünde yıkanırdı. Üçüncü avluya bakan kapı önündeki sette ise cemaate hal sorma (Tezkiye) yapılırdı.

Ustalar Dairesi: Valide Taşlığı ile cariyeler Taşlığı yolu arasına yer almaktadır. Her iki avlıya da geçişleri bulunmaktadır. Valide Taşlığı’na açılan bölümü daha büyük ve itinalıdır. Bu kısmın Fatih devrinden kalma olduğu tahmin edilmektedir. Bir hela ve çeşmeli merdiven girişiyle değerlendirilen zemin kat üzerinde bir sofa, baş oda ve kiler odasından mürekkep ana daire yer alır. Burası tekne tonozla örtülüdür. Her iki taşlığı kontrol eden konumuyla üst düzey harem ustalarına ait olduğu düşünülmektedir. Girişi cariyeler taşlığından sağlanan diğer kanada ise doğrudan kesmetaş bir merdivenle ulaşılır. Bu dairenin 16. yüzyılın harem yapılaşması sırasında inşa edildiği anlaşılmaktadır. Burada da saray ustaları ve kalfaların barındığı odalar yer alıyordu.

İşte bu mekânların da içerisinde bulunduğu haremin bir adı da Darüssaade yani Saadet Dairesi idi. Cariyeler buraya isteyerek veya istemeden geldiler. Fakat muhakkak ki dışarıda olan hür kadınların da arzusunu çeken bir merkezdi burası.
Sakinlerinin kimi padişah hanımlığına, kimi valide sultanlığa, kimi gözdeliğe, kimi ikballiğe yükseldi. Kiminin bahtı sonuna kadar açıktı. Kiminin talihi ise yaver gitmedi. Kimi güldü, kimi üzüldü. Ama mutlu veya mutsuz ömürlerinden bir kısmını burada sürdüler. Sonra muhakkak ki o bölüm, hayatlarının en hatırlanacak ve hasretle yâd edilecek kısmı olacaktı.
Osmanlı Harem hayatı bir sırdı. Bu sırrın bir parçası olan cariyeler çoğunlukla dışarı çıktılar. Ancak onlar öyle bir sırdaş idiler ki saray ve harem hayatı ile ilgili olarak tek bir kelâm etmediler.

Mimar Cengiz Bektaş'ın Topkapı Sarayı'na ait planlar üzerinde bize verdiği bilgiye göre, padişahın gönül eğlencesi için yaptırıldığı zannedilen Harem dairesinin aslında çok ince bir hesaba dayandığı ortaya çıkıyor:

"Harem dairesinin bölünüşüne dikkat edilirse, sultanın bulunduğu yerle cariyeler kısmı arasında Valide Sultan'ın odaları yer almaktadır. Bunun sebebi de, Valide Sultanın haberi olmaksızın padişahın herhangi bir cariye ile ilişki kurmasını önlemekti. Halbuki biz zannederiz ki, vur patlasın çal oynasın, padişah dilediğini yapıyor... Haremi yanlış yorumluyoruz.

Bir mimar olarak bu planı gördükten sonra, sultanın istediği cariyeyle ilişki kuramayacağını anlıyorsunuz. Yıllarca Topkapı Sarayı'nda incelemeler yapmış olan Mualla Eyüboğlu'nun düşüncesine göre, Harem bir çeşit okuldu. Burada cariyeler yetiştiriliyor ve vezire veya Anadolu'ya tayin edilen valilere eş olarak veriliyordu. Böylece saraya bağlı olarak bir çeşit 'entelijans' servisi kurulmuştu. Dolayısıyla, her zaman her şeyden haberdar olunuyordu."

Sarayda yaşayanlar sayıca daha az, ama cinsel olay açısından daha hareketli bir ortam içindeydiler. 2. Selim'e kadar olan ilk dönem için, cinsel bunalımdan söz etmek bile yanlış olur. Şehirli sınıfı, örnek olarak kendine saray düzenini seçmişti. Köylerde ise, eski Türk geleneğinin dıştan etkilenmeksizin devam ettiği söylenebilir.

Şehirliler, hareketli siyasi yaşamın başarılarından etkilenmiş ve getirilen kölelerle köşkler ve konaklarda kalabalık bir aile düzeni kurmuşlardı. Bu ortamda yetişen bir delikanlı, ilk cinsel deneyimini "odalık" sayesinde kazanarak evliliğe hazırlanırdı.

Kendi mesleğiyle ilgili olarak, sayın C. Bektaş'dan eski Türk evlerinde bulunan bazı ilginç özellikleri sorduğumuzda da şu bilgileri aldık:

"Türk evinin en belirgin özelliği, yatak odasına açılan kapının yapılış biçimindedir. Kapı açıldığında, oda­nın içini görmek mümkün değildir. Önce ya bir aralıktan veya dolabın içinden geçersiniz, ya da kapı faresî, yani ters açılır. Sebebi de, odanın içinde herhangi bir haldeyken, eğer çocuk içeri girerse birden içerisini görmesin diyedir. Erkeğin entari giymesi de bundandır, birden toparlanması için.

Türk evlerinin bir başka özelliği de, yatak odasında seki altı denilen kısımda bir dolap içinde bulunan 'yunmalık'tır. Buna bazı yerlerde 'gasilhane'de denir. İçerisi çinko kaplıdır ve oturacak bir tabureyle birlikte temiz su dolu bir kova bulunur burada daima. Bu iki gelenek Osmanlı yaşama biçimine aittir."



Acemiler Ve Hareme Alınışları

Osmanlı devletinde ilk zamanlarda kendileriyle savaş yapılan milletlerden alınan esir kadınlar ve kızlar arasından Hareme cariye alınırdı Çerkez, Gürcü ve Rus asıllı cariyeler ise genellikle satın alınarak hareme sokulurdu Hareme giren yeni kızlara acemi denilirdi Bunların ekserisi köyden geldiğinden dolayı, bir müddet saray âdâb ve usullerini âmirleri olan cariyelerden, kalfalardan ve ustalardan öğrenirlerdi Bunları öğreninceye kadar efendilerinin huzuruna çıkmazlardı Özellikle Çerkez kızları ince ruhlu, hassas ve zeki olurlardı Çerkez kızlar, bir çok hânedân erkekleriyle evlenmişler, büyük itibara ve mevkilere yükselmişlerdir Bir çok Çerkez kadınları, kızlarını beşikten itibaren “Padişah haremi olup ihtişam ve elmaslar içinde hayat sür!” diye yetiştirirlerdi İstanbul Esir pazarında en çok Çerkez, Abaza ve Gürcü cariyeler satılmaktaydı(2)

Bazı yeni gelen acemiler, Türkçe dahi bilmedikleri halde, zekâları sayesinde derhal Türkçe’yi öğrenirler ve bütün saray âdetlerini de pek çabuk anlarlardı Bazı eski saraylıların ifadesiyle “Saray’da terbiye olmayan, hiç bir yerde terbiye öğrenemez Harem terbiye mektebidir” XVII yüzyıldan itibaren zekâları ve güzellikleri sebebiyle hareme alınan acemilerin çoğu Kafkasyalı olmuştur(3)

Hareme alınan cariyelerin ikinci kaynağı da, devlet adamlarının bunları Padişahaa armağan etmeleri idi Başta yabancı devlet adamları olmak üzere, Sadrazam, Vezirler, Beğlerbeğileri ve Sancak Beğleri, Padişaha satın aldıkları cariyeleri hediye ederlerdi Hediye edilen cariyelerin de %90’ı haremde hizmetçi statüsünde çalıştırılmak üzere hareme alınırlardı Geriye kala %10’luk bölüm ise odalık veya gözdeler grubuna alınmaktaydı(4)
Harem’e Beğler Beği Tarafından Çerkez, Abaza ve Rus Cariye Temin Edilmesi İle Alakalı Bir Arîza (TSMA, No: E 1511)
XIX yüzyılda Osmanlı devleti esirlerin alınıp satılmasını yasaklayınca Kafkasyalı bazı aileler kendi rızaları ile kızlarını Hareme cariye statüsünde vermeye devam etmişlerdir(5)
Şunu da belirtelim ki, cariye satan esir tüccarları da sattıkları cariyeleri üç kısma ayırıyorlardı:
1) Haremde hizmetçi olarak istihdâm edilecek cariyeler Bunlar güzel olmakla birlikte, genellikle yaşları büyükçe idi

2) Terbiye edilip satılmak üzere alınan 5-7 yaş arasındaki cariyeler Bunlar, hizmetçi olarak veya odalık şeklinde bulûğaa erdikten sonra ayrılırlardı

3) Hareme doğrudan doğruya odalık ve gözde yani Padişah ve hânedân erkeklerinin ailesi olmak üzere alınanlar Bunlar çok az olurdu Zira Padişah ve hanedân erkeklerine harem olacaklar, genellikle Harem Mektebinde terbiye edilirlerdi(6)

Hareme satın alınan cariyeler kâhya kadın, ebeler veya hastalar ustası tarafından ciddi manada muâyene edilirlerdi Satandan ailesi ile alakası kalmadığına dair bir sened alınırdı(7) Hastalıklı olanlar sahibine geri verildiği gibi, uykusu ağır olan, horlayan veya başka kusurları olanlar da pek alınmazdı Ancak bazen bu cariyeler arasında dilsizler, maskaralar, zenciler ve cücelerin de bulunduğunu görüyoruz Bütün bunların bulunması, Padişahın haremdeki her kadınla yatıp kalktığını iddia eden ve bunların hizmetçi statüsünde olduğunu bilmeyenlere de iyi bir cevap teşkil eder Zira saraya alınan cariyelerin makbuzları incelendiğinde, bazı yaşlı kadınların, süt annelerinin ve dadılık edecek tahsilli kadınların da bulunduğu görülecektir(8)

Câriyeler, Sayıları Ve Vazife Taksimleri

Saraya yani Hareme alınan acemiler kısa bir süre sonra artık harem-i hümâyûnun câriyesi olurlardı Aslında acemiler ile cariyeleri aynı grupta toplamak da mümkündür Bir kısım araştırmacılar bu şekilde davranarak cariyeler, kalfalar ve ustalar tarzında üçlü ayrım yapmışlardır Biz, yeni alınanlara acemi, biraz saraya alışanlara ise cariye demeyi tercih ettik(9) Bu cariyelerin % 90’ı haremde istihdam edilmek üzere alındığından, biraz sonra anlatacağımız gibi, kalfaların ve ustaların yanına verilirlerdi Ustaların ve kalfaların emirleri altında çalışmak ve yetiştirilmek üzere onlara teslim edilirlerdi Güzeller ve odalık niyetiyle alınanlar ise, terbiye edilmek üzere, Padişahın yakın hizmetkârları demek olan hünkâr kalfalarına ve özellikle de haznedâr ustalara teslim olunurlardı Şehzâdelere harem olması muhtemel olanlar için de aynı kaide geçerli idi

Saray cariyesi olanlara yapılan ilk iş, kendilerine güzellikleri, karakterleri veya fiziki görünüşleri göz önünde bulundurularak yeni isim verilmesi idi Padişah tarafından da verilen bu isimlerin herkes tarafından bellenmesi ve unutulmaması için ilk zamanlarda bir kâğıda yazılı olarak iğne ile göğüslerine iliştirilirdi Verilen isimler genellikle Farsça’dır Çeşm-i Ferâh, Hoşnevâ, Handerû, Ruhisâr, Neş’e-yâb ve Nergiz-edâ gibi(10)

Hareme alınan cariyelere kalfalar tarafından terbiye, nezâket ve büyüklere karşı hürmet gibi âdâb-ı muâşeret kaideleri bütün ayrıntılarına kadar nazarî ve tatbiki olarak öğretilirdi Hareme ait hâtıralar okunduğu zaman, bunlara nasıl dikkat edildiği ve haremdeki cariyelerin nasıl kibar oldukları daha iyi anlaşılacaktır

Câriyeler Müslüman olduklarından dolayı mutlaka Kur’an okumak mecburiyetinde idiler Sultan Mehmed Reşâd’ın harem muallimesi Sâfiye Ünüvar’a verdiği şu talimât bunu ortaya koymaktadır: “Namaz kılmayanlara, oruç tutmayanlara, verdiğim tuz ve ekmeği haram ediyorum Bu irâdem hoca hanım tarafından saray kadınlarına söylensin ” Bunun üzerine muallime Hanım'ın sınıfın kapısına şu levhayı yazdırdığını görüyoruz: “Namaz kılmayan, oruç tutmayan dershaneden içeri giremez ”(11) Osmanlı Haremi’nin en son zamanlarındaki hali bu olursa, daha sağlam olduğu dönemlerdeki halini kıyaslarsanız, haremle ilgili iftirâların ne kadar asılsız olduğunu o zaman anlarsınız

Harem, Halifenin evi olduğundan onun evindeki herkes ibâdetini yapmalıydı ve Kur’an’ı okumalıydı Bunun için de okumak ve yazmak gerekiyordu Gerçi elimizdeki saray kadınlarına ait mektuplardan bunların imla hataları yaptıkları ve fazla iyi yazıları olmadığı anlaşılmaktadır Ancak bu istenen seviyede tahsillerinin olmadığını gösterirse de tamamen tahsilsiz olduklarını göstermez Haremde hemen hemen hepsinin odasında mutlaka bir kitaplığın bulunması da dediklerimiz isbat eder mahiyettedir

Haremdekideki cariyelerin ayrıca meşru dairede müzik âletlerini de öğrendikleri, hâtıralardan öğrenilmektedir(12)

Osmanlı Haremi’nde sarayın(13) hizmetini gören cariyelerin sayıları ile Padişahların ve hanedân erkeklerinin haremleri olan kadınların sayıları, Osmanlı Devletinin’nin ilk zamanlarında sayıca az idi Zira başta şehzadeler ve onların vâlideleri olmak üzere hânedânın bir kısım fertleri, taşra sancaklarda hayatlarına devam etmeyi tercih ediyorlardı Bu sebeple III Murad’a kadarki saray cariyelerini 200-300 rakamlarıyla ifade etmek mümkündür Ancak III Murad’dan itibaren sayılar artmaya başlamış ve I Ahmed’in verâset usulünü kaldırıp yerine ailenin en büyük ve en layık evladı padişah olması kaidesini getirmesiyle de, şehzadeler ve anneleri sarayda kaldıkları için bu sayı iyice kabarmıştır Nitekim III Murad zamanında 500’ü, I Mahmud zamanında 456’yı, I Abdülmecid zamanında 688’i, Sultân Abdülaziz zamanında 809’u, II Mahmud zamanında 298’i bulduğu görülmektedir Bu rakamların içinde, sayıları hakkında daha sonra ayrıntılı bilgi vereceğimiz Padişahların ve hânedân erkeklerinin haremleri olan kadınlar da vardır

Topkapı Sarayında bulunan bu listeye göre; Kilerde 17, Külhan yani banyoların temizliğinde 6,Haremdeki makam sahibi kimseler yanında 23,Şehzâde Osman Dairesinde (Hareminin, çocuklarının, yemeğinin ve benzeri hizmetlerinin görülmesi için) 19, Şehzâde Mehmed Dairesinde 14, Şehzâde Mustafa Dâiresinde 13,Şehzâde Beyâzıd dâiresinde 12,Şehzâde Numan Dâiresinde 14, Şehzâde Mustafa Dâiresinde 7,Baş kadın dairesinde 20, İkinci kadın Dâiresinde 11, Üçüncü kadın Dâiresinde 14, Dördüncü kadın Dâiresinde 8, Beşinci Kadın Dâiresinde 10, Haznedâr kadın dâiresinde 13,Baş İkbal Dâiresinde 6, İkinci İkbal Dâiresinde 6, Üçüncü İkbal Dâiresinde 4, Dördüncü İkbal Dâiresinde 5, Diğer görevlerde 230 olmak üzere Toplam 456'dır

Burada dikkatimizi çeken bir husus da, Haremde çalışan cariyelerin tıpkı günümüzdeki hizmetçi kadınlar gibi, gündelik olarak belli bir ücret almalarıdır Cariyelere verilen gündelikler, Haremdeki eskiliklerine göre değişiyordu II Bâyezid devrinde Şehzâde Abdullah’ın 15 Câriyesi günde 15’er akçe; Eski Saray’da çalışan 7 cariye 10’ar akçe alırken, I Mahmud zamanında haremdeki cariyelerin gündelikleri epeyce yükselmiş ve 4 cariye 30’ar akçe; 2 cariye 25’er akçe ve diğerleri de 20’şer, 15’er, 10’ar ve en az beşer akçe alır olmuşlardır II Mahmud zamanında ise cariyelerin gündelikleri, 100, 80, 70, 60, 55, 45, 40, 40, 35 ve en düşüğü 30’ar akçeydi Dikkat edilirse II Bâyezid devrine nazarla beş-on kat artmıştır Bunda Osmanlı akçesinin değer kaybının da tesiri söz konusudur.

Sıkı kuralları bakımından 'kadınlar manastın'na benzettiği harem için İnalcık şöyle konuşuyor: "Gelen cariye bu örgüt içinde sıkı bir disiplin altında uzun bir eğitimden geçirildikten sonra padişaha taktim edilebilir. Harem örgütünü ve kurallarını İslam hukuku ve hanedan siyaseti belirlemekteydi. Bunun yanında ikinci faktör Osmanlıkul sistemidir. Bu sistem Osmanlımerkeziyetçi devlet sisteminin temel kurumudur. Enderunda ve birun dış hizmetlerde padişaha mutlak biçimde bağlı görevliler yetiştirmek için her türlü aile kavim ve kabile bağlarından kopmuşkul ve cariyeleri kullanmak sisternin esasıdır. Harem cariye örgütü, kul sisteminin tamamlayıcısıdır. Cariyelerin çoğunluğu saraydan çıkarılarak beylere ve vezirlere zevce olarak verilirdi. Böylece vali ve kumandanların saray dışındaki vilayetlerde yerli aile ve hanedanlarla akrabalık kurmaları önlenmiş oluyordu. Bu gibi yerel ilişkilerin merkeziyetçi mutlak idare için tehlikeleri meydandadır."

İnalcık Hoca'nın kaydettiğine göre "Esnaf dili ile şagirt olur, sonra kalfa ve usta derecelerine geçer; gedikli denir. Cariyeler, iki geniş odada yan yana yatarlar, her beş kızın arasında yaşlı bir kadın yer alırdı. Gedikli doğrudan doğruya padişah hizmetine verilir, onun haremde yemek, çamaşır ve benzeri hizmetlerine bakardı. Hünkarın yatağına aldığı gedikli 'ikbal' veya haseki adıyla anılırdı. Bunlardan padişahın gözdesi olan haseki, padişahın kadını olurdu. Kadınefendiler, başkadın, ikinci kadın diye sıralanırdı. Padişahın zevcesi sayılan kadına bir daire ayrılırdı ve yüksek gündelik tayin edilirdi. Çocuk doğuran haseki ayrıcalık kazanırdı. Bu sistem içinde her cariyenin belli bir maaşı ve giysisi vardı.

Tarihçi İlhan Bardakçı da, hareme Tanzimatçı kafa ile bakıldığı için çarpık görüldüğünü belirterek "Tanzimat kafasının tarif ettiği harem yoktur. Yoktur ama biz İslam tohumu ile yetişen çocuklarımıza, harem düşmanlığı verirken kendimizi kurşunlamışız. Türk haremi bir mübarek manadır. Batı'nın insan babası haremlerini incelemek yerine bizim gül kokulu, ahlak mektebi olan haremlerimizi onlarla kıyaslamışızdır' diyor. Çağatay Uluçay da Harem kitabında, şunları söylüyor: "Gerçekten padişah kadınları okuma yazma biliyorlardı. Hemen hemen hepsinin odasında bir kitaplık vardı. Bunların, çoğu zaman günlerini okumakla geçirdikleri sanılıyor. Okumanın yanında mustait cariyelerin bazı müzik aletlerini çalmayı, şarkı söylemeyi, oyun oynamayı öğrendikleri de kesindir. Bunların dışında cariyeler, dikiş dikmesini, dantila işlemesini, örgü örmesini de iyi biliyorlardı. Bunları, bu gün onlardan bize kalan eşyalardan ve elbiselerden görüp anlayabiliyoruz. Bu sebeble harem bir kültür okulu ve nezaket yuvası olarak karşımıza çıkmaktadır. Eski saraylılar, acemilere 'Sarayda terbiye olmayan hiç bir yerde terbiye olamaz, burası terbiye mektebidir' diye korkuturlarmış."

 

 

 

 
YAZARDAN  
  Hiçbir oyunumda tarihten yola çıkmadım ben. Günümüzden yola çıktım. Günümüz olaylarıyla, kişileriyle, sorunlarıyla bir çağrışım uyandırdığı anda tarihe yöneldim. (…) Benim zaman içindeki çevrem, Kanuni Sultan Süleymanlara, simavnalı Şeyh Bedrettinlere, Gılgameşlere dek uzanıyordu. Ama insan aynı insandı. Onların kaygıları, düşünceleri, sorunları, yazgıları… Çok yanlış olarak tarihsel konulu oyunlar tarihle karıştırılır. Oysa tarih şaşmaz biçimde nesnel, oyun şaşmaz biçimde özneldir. Bir oyun yazarıyla, bir tarihçinin olaylara bakış açıları başkadır, yöntemleri başkadır. Amaçları başkadır. Başka başka bireşimlere gitmeleri doğaldır, olağandır, hatta kaçınılmazdır. …sanatçı bir şeyleri çözümlemek için yazmaz. (…) Sanatçı sergiler, düşündürür, yorumlamayı da seyir işine ya da okuyucusuna bırakır. Doğru çözüm sonradan doğru yorumlayanlardan gelir. * *: Orhan Asena’nın söyleşi ve yazılarından alıntılanmıştır. Kaynak: Nutku, Hülya-CUMHURİYETİN 75. YILINDA BİR YAZAR: ORHAN ASENA-T.C Kültür Bakanlığı Yay. Haz: Andaç, Feridun-AYDINLANMANIN IŞIĞINDA SANAT İNSANLARIMIZ IV- Papirüs Yay.







 
ZİYARETÇİ DEFTERİ  
 
 
İSTANBUL EFENDİSİ  
 




 
TARLA KUŞUYDU JULIET  
 



 
Bugün 14 ziyaretçi (18 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol