Başarısız bir darbecinin trajik hikayesi : Talat Aydemir olayı
Türkiye’nin son 50 yıllık tarihini anlatmaya kalktığımızda dönüm noktaları olarak ister istemez darbe tarihlerinin üzerinde durmak zorunda kalırız. Bugün hala varlığını sürdüren rejimin temel kurumları ve kurumlar arasındaki ilişiklerin formu darbe dönemlerinde şekillenmiştir.
27 Mayıs 1960 askeri darbesi hep Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun idamları ile anılır. Oysa darbe döneminin artık pek anımsanmayan iki önemli idam cezası daha vardır.
1962 ve 63’te iki defa darbeyle hükümeti devirmeye çalışan Albay Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan’ın idamı. (radikal)
Bundan 45 sene önce 31 Ekim 1963'te Askeri Yargıtay, Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Osman Deniz ve Erol Dinçer'in idamına ilişkin kararı onadı. Meclis Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'ın cezalarını onaylarken diğer iki idam hükümlüsünün cezasını müebbede çevirdi.
Gürcan 27 Haziran 1964'de Aydemir ise 5 Temmuz 1964'de idam edildi.
Bu idam orduda, hiyerarşi dışı, alt kademelerinin inisiyatifiyle gerçekleşen 27 mayıs darbesinin yarattığı hizipleşmeyi bir hizaya sokarken, daha sonraki darbelerin de ast üst ilişkisi içinde gerçekleşmesinin önünü açtı.
Milli Güvenlik Kurulu’nun kalıcılaşmasının en büyük nedenlerinden birisi de kuşkusuz bu albaylar cuntası girişiminin yarattığı travmadır.
SONUN BAŞLANGICI
Aydemir için idama giden yol ne tuhaftır ki yıllardır gerçekleşmesi için ordu içindeki komitacı örgütlenmeler içinde yer aldığı darbeyi kaçırmasıyla başlamıştır. O sıra Güney Kore’de olduğu için 38 kişiden oluşan Milli Birlik Komitesi içinde yer alamamıştır. Bu hem onun kendisini hep biraz dışlanmış hissetmesine neden olmuş hem de daha sonraki süreçte darbenin esas öznesi alt kademe subayların tasfiyesiyle yeni bir odak olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Aziz Vatandaşlar;
Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır…
27 Mayıs 1960 sabahı Albay Alparslan Türkeş’in radyodan okuduğu darbe bildirisi bu sözlerle başlar. ‘Son müessif hadiselerle’ Cumhuriyet’in kurucularından İsmet İnönü’ye yönelik Ege ve Kayseri’de yapılan saldırılarla, DP’nin muhalefete yönelik tahkikat komisyonunun öğretim üyelerine yönelik cezalandırmaları sonucu başlayarak ölüme ve üniversitelerin kapatılmasına giden öğrenci eylemler kast edilmektedir.
Bir de tabiî ki Harbiyelilerin 21 Mayıs’ta yaptığı meşhur sessiz yürüyüş vardır.
Ardından demokrasiye geçişe yönelik girişimler hız kazandı. 6 Ocak 1961’de Kurucu Meclis toplandı. Bu Meclis’in görevi öğretim üyelerinin hazırladığı Anayasa Taslağının meşruluğunu sağlamaktı. 61 Anayasa’sı bugüne kadar gelen kurumlarıyla Türkiye’deki güçler dengesini yeniden kuran metindir.
Anayasa mahkemesi, Milli Güvenlik kurumu, üniversitelerin özerkliği, ifade özgürlüğünün genişlemesi, sendika hakkı bu dönemin ürünüdür. Ayrıca sonradan kaldırılan senato ve seçimlerde nisbi temsil sistemi de getirilmişti.
13 Ocak’ta siyasal yasaklar kaldırıldı. 9 Temmuz 1961’de Anayasa oylandı ve yüzde 61.7 ile kabul edildi. 15 Ekim 1961’de seçimler gerçekleşti. Seçim sonuçları TSK için tam bir hayal kırıklığıydı.
Bu tarihlerde hızla demokrasiye geçilirken aynı zamanda devrilen DP iktidarının yargılama süreci gerçekleşti. Sanıklar aleyhine üç ceza, dokuz yolsuzluk ve yedi anayasayı ihlal davası açıldı. 123 kişi beraat etti.
31 kişi ömür boyu hapse mahkum edildi. 418 hafif ceza, 15 idam cezası verildi.
Menderes, Zorlu ve Polatkan idam edildi. Birçok kişiye göre demokrasiye geçiş kararını alan Generallerin tasfiye ettikleri orta kademe subayların ordu içinde örgütlediği baskıya karşı verilmiş ödündür bu idamlar.
Seçimler ordu içindeki rahatsızlığı tam anlamıyla ayyuka çıkaracak bir şekilde sonuçlandı. İnönü yüzde 36.7, Adalet Partisi yüzde 34.7,DP geleneğinden gelen Yeni Türkiye Partisi yüzde 13.4, sonradan başına Alparslan Türkeş’in geçeceği CMKP ise yüzde 13.4 oy aldı.
İsmet İnönü rahatsızlığı fark etmişti: “Ortada bir yandan ikinci bir ihtilal olacağı rüzgarı, bir yandan da 27 Mayıs’ın intikamı alınmaya çalışılıyor havası estirilmeye çalışılıyor…”
9 Şubat’ta İstanbul Balmumcu’da, başkanlığını Korgeneral Refik Tulga’nın yaptığı ve 59 subayın katıldığı toplantıda, 28 Şubat’ı geçmeyecek şekilde, hiyerarşik düzen içinde askeri bir müdahale yapılması kararı alındı.
Fakat bu süre içinde İnönü ve Subay müdahaleyi engellemek için ciddi bir çalışma yaptılar ve toplantıya katılanlardan bir kısmını pasifize ettiler.
Talat Aydemir darbeyi şu gerekçelere dayandırıyordu:
1- 27 Mayıs ihtilalinin hedefine ulaşmamış olması,
2- 27 Mayıs 1960’tan önceki durumda olduğu gibi halkın 2 gruba ayrılmış olması ve “Milli Birlik” ruhunun yaratılamamış olması,
3- Parlamento içinde bir kısım siyasilerin maksatlı tutumları ile silahlı kuvvetlerin halk ile karşı karşıya getirilmiş olması,
4-Seçim sonrası, siyasi ortamda istikrarlı ve dinamik bir hükümet kurulmayışı yüzünden ülkenin asıl temel davası olan reformların ele alınmayışı,
Yine de Talat Aydemir’in ilk darbe girişiminin onun iradesi ile başladığı söylenemez. 20-21 Şubat’ta Talat Aydemir ve arkadaşlarının harekete geçeceği söylentisi Ankara’da yayılınca onu destekleyen birlikler kendiliğinden harekete geçti Ertesi gün Aydemir durumun farkına varıp alarmı kaldırttı.
Fakat Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, gece bunu affetmeyi taylın kararı aldı. Aydemir buna karşı çıkıp Sunay’a üç maddelik bir muhtıra verdi. Muhtıra kabul edilmeyince de darbe başlamış oldu.
Aydemir tayin haberini alınca, subay taburuna çıkmış ve yeni mezun olmuş 600 Asteğmen’e hitaben konuşma yaparak saat 15.00’te Harb Okulu’nu alarma geçirmişti. Binanın alt katında bulunan cephane açılmış ve mermi dağıtımı başlamıştı. Zaten Hava Kuvvetleri’ne 19 Şubat’ta alarm verilmişti. Aydemir yanlısı 229. Piyade Alayı alarma katılmamış, yeni komutan duruma hâkim olmuştu.
> Hükümet tarafından, Çubuk’tan 230. Piyade Alayı, Polatlı’dan Topçu Birlikleri getirilmişti ama bunların komutanları Harb Okulu’na giderek Talat Aydemir’in emrine girdiklerini bildirmişlerdi. Aydemir bu duruma güvenerek Cumhurbaşkanı’ndan şu şartların gerçekleştirilmesini istemişti:
1- Kendisi ile birlikte emekliye sevk edilen arkadaşlarının yerlerine dönmesi,
2- 200 milletvekilinin milletvekilliği düşürülecek, eğer olamazsa Meclis’in feshi,
3- Anayasanın bazı maddelerinin düzeltilmesi,
İSMET İNÖNÜ: KELLE ALMASINI DA BİLECEKSİN
Olayları izleyen Başbakan, Bakanlar, Parti liderleri, Genelkurmay Başkanı Çankaya’da toplantı halindeydi. Bu arada Fethi Gürcan, Talat Aydemir’i arayarak köşktekileri enterne etmeye hazır olduğunu söylemiş; Aydemir ise, hepsinin serbest bırakılmasını emrederek; “Bırak gitsinler” demiştir.
Talat aydemir' in serbest bırakma emrinin peşi sıra inönü aynı zamanda arabulucu olan damadına tarihi cümlesini söyler "kelleni ortaya koyduysan kelle almasını da bileceksin şu andan itibaren biz kazandık!"
Akabinde orduda fazla bir taraftar bulamayan darbe girişimi çözülür. Sabaha karşı okula dönme emri alan Harb Okulu öğrencilerine Genelkurmay’dan verilen emir üzerine, yarıyıl tatilinin de yaklaşması nedeniyle 20 günlük tatil verilmişti. Aynı gün akşam saatlerinde Talat Aydemir, Harb Okulu Alay Komutanı Kurmay Albay Turgut Alpagut, Genelkurmay Harekât Dairesi’nden Kurmay Albay Dündar Seyhan ve Kurmay Albay Emin Arat gözaltına alınmıştır.
22 Şubat darbe girişimine katılanlar kan dökülmediği için bir ceza almadılar fakat Aydemir ve üç albay ile 69 subay ve 4 astsubayın orduyla ilişiği kesildi
‘HARBİYELİ ALDANMAZ’
Başbakan İsmet İnönü’nün, Talat Aydemir’in serbest bırakıldığı 26 Şubat 1962 günü, 22 Şubat Olaylarını değerlendirdiği konuşmasında Harb Okulu öğrencilerinin aldatıldığını belirtmesi sonucunda yeni olaylar çıkmış ve bazı öğrenciler üzerinde ‘‘Harbiyeli Aldanmaz’’ sözleri yazılı bir çelengi Taksim’deki Atatürk Anıtı’na koymuşlardı. Bu sözler, daha sonra 21 Mayıs’ın parolası olarak kullanılmıştır.
Türkiye bir darbe girişimini atlatmış olmasına rağmen ordunun vesayeti altındaki Meclis’te siyasi istikrar bir türlü sağlanamadı. 24 Haziran 1962’de CHP- CKMP -YTP Koalisyon Hükümeti kuruldu. DP’lilerin genel af ısrarı devam ettiği gibi Menderes’in idam yıldönümü olan 17 Eylül 1962 protesto gösterilerine sahne oldu. B olayın ardından kendisine ‘Milli Devrim Ordusu’ ve ‘Kuvayi Milliye’ ismi takan gruplar İstanbul ve Ankara’da ‘gericilere’ yönelik ağır tehditler içeren bildiriler dağıttılar.
Ardından Celal Bayar’ın 23 Şubat’ta şartlı salıverme olayı gerçekleşti ve bir törene dönüştü. Fakat tepki o kadar sert oldu ki Bayar tekrar gözaltına alındı.
İşte tam bu dönem aralarında Alparslan Türkeş’in de bulunduğu ‘14’ler Türkiye’ye dönmeye başladı. Bu geri dönüş ve yükselen Kemalist tepki mutlaka Aydemir’in yeniden harekete geçmesini sağlayan önemli motivasyon kaynakları idi.
‘HASTANIZ İYİDİR MERAK ETMEYİN’
22 Şubatçıların oluşturduğu Türk Silahlı Kuvvetler Birliği’nin fikir karargâhı, 1963 yılının Mart ayında düzenlediği toplantıda kuvvetleri gözden geçirmişti. Fethi Gürcan’ın bizzat yönlendirdiği Tank Okulu’ndaki Tank ve Süvari subaylarının kursu, Nisan’ın ilk haftalarında biteceği endişesi ile 20 Mart- 20 Nisan tarihleri arasında bir gün ihtilal yapılması uygun görülmüştü 66. Bu ihtilal hareketi, 20 Mart günü Emniyet tarafından öğrenilince bir süre durduruldu. Fethi Gürcan, Cevat Kırca ile Ankara’da ki harekâtın başladığını telefonla bildirmek üzere aralarında “Hastanız İyidir, Merak Etmeyin” parolasını belirlemişlerdi.
İHBARCI ALPARSLAN TÜRKEŞ
22 Şubatçıların ihtilal yapacağını yurda döndükten sonra Aydemir ile anlaşamayan 14’lerin lideri Alparslan Türkeş, emekli Binbaşı İzzet Köz’den öğrendikten sonra İsmet İnönü’ye haber verdi. İsmet İnönü’nün Türkeş’in ihbarına karşılık “Olmaz öyle şey!” demesinden üç buçuk saat sonra 23.30’da ihtilal fiilen başlamıştır.
22 Şubatçılar Harb Okulu’na girerek alarm vermişlerdi. Turgut Alpagut, Alay Komutanlığı görevini aldıktan sonra okuldaki nöbetçi subay heyetini tutuklatıp başlarına öğrencilerden bir grup nöbetçi dikerek Harb Okulu’na hâkim olmuşlardı.
Radyo ihtilalciler tarafından ele geçirilip anonsa başlayınca hükümet durumun ciddiliğini anlamış ve tedbirler almaya başlamıştı. Sabaha karşı Genelkurmay Başkanı’nın ültimatomu yayımlandı. Bu ültimatomdan sonra, ihtilalcilerin karargâhı olan Harb Okulu iyice karıştı. Harb Okulu, hükümet kuvvetleri tarafından sarılmıştı.
Saat 05.30’da Mürted Üssü’nden kalkan iki jet uçağına, ihtilalcilerin mevzilerine ateş açma emri verilmiş ve jetler, Harb Okulu’nun yollarına ateş açmışlardı. Bu sırada Harb Okulu’na doğru ilerleyen Muhafız Alayı’nın ileri hattaki birlikleri jetlerin yaylım ateşi açması sonucu dağılmışlardı. Birliğin başında bulunan Binbaşı Cafer Atilla ile iki er şehit olmuşlardı. İhtilalciler de artık her şeyin bittiğine inanmışlardı.
Olay sonunda Talat Aydemir, Mustafa Pakoba’nın Küçükesat’taki evine gitmiş; ihtilalin öncülerinden Fethi Gürcan da Batı Almanya Elçiliği’ne sığınmıştı. Gürcan ve Karazeybek elçilik mensuplarından “Siyasi mülteci” olarak kabul edilmelerini istemişlerdi. Fakat bu talepleri reddedilmişti. Talat Aydemir ve diğer sanıklar tutuklanarak Mamak Muharebe Okulu’na götürülmüş ve Mamak’taki taş binanın koğuşlarına yerleştirilmişlerdi.
21 Mayıs olaylarında 8 kişi ölmüş, 26 kişi yaralanmıştı. Talat Aydemir’in çantasında yakalanan 44/A Sayılı belgede de; reformları gerçekleştirmek için, biri geçici olmak üzere A ve B diye 2 plan hazırlanmıştı.
A planı geçicidir. Asker ve sivillerden oluşan 26 kişilik bir konsey kurulacaktı. 6 tabii üyesi olan teşrii vazife yapacak bir güvenlik kurulu oluşacak ve 18 kişiden oluşan icra organı görevini yapacak Bakanlar Kurulu’nu seçecektir.
Bu plan gerekli reformları yaptıktan sonra dar bölge sistemi ile seçim yapılarak daimi olan B planına geçilecekti.
Darbe girişimine katılan Bahtiyar Yalta, 20- 21 Mayıs 1963 başarılı olsaydı neler yapacaklarını şöyle anlatmıştı: “20- 21 Mayıs başarılı olsaydı tüm partiler kapatılacaktı yani radikal olunacaktı.
1- Bütün nüfus kayıtlarını yakacaktık. Adli sicil kayıtlarını, şahsa ait olanlar hariç, devlet ve mahkeme ile ilgili her şey yakılacaktı. Yarın gidin yeni nüfus kâğıdı alın. Sistem sizi suçlu
yaptı. Bundan sonra kirletmeyin, bundan sonra af yok.
2- Bölge kalkınmacılığına gidecektik. Üç dört ili birleştirecektik. Başına vali yanına da planlama kurulu oluşturulacaktı. Planlama kurulu 15- 20 kişiden oluşturulacak içinde öğretmen, filozof, pedegog, din adamı, mühendis, maliyeci bulunacaktı.”
Harekâtın bastırılmasından sonra toplanan Milli Güvenlik Kurulu ile Bakanlar Kurulu, Ankara, İstanbul ve İzmir’ de bir ay süreli “Sıkıyönetim” ilan etmişti
Ankara Sıkı Yönetim Komutanlığı, sanıklar için üç ayrı mahkeme kurmuştu. 1 Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi ihtilalin asıl sanıklarını, 2 Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi Harb Okulu öğrencilerini, 3 Numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi ise, ihtilalden sonra ihtilalciler lehine teşebbüste bulunanları yargılayacaktı.
İdam cezası alan ihtilalcilerin avukatları, TBMM Dilekçe Karma Komisyonu’na başvurarak ölüm cezalarının müebbet hapse çevrilmesi için özel af isteğinde bulunmuşlar ancak reddedilmişti.
ECEVİT İDAM EDİLSİN DİYOR...
Fethi Gürcan’ın oğlu anlatıyor: “Babam ve Aydemir’in idam kararı Meclis’e geldiğinde ise, büyük bir baskı uygulanıyor ve çok az bir farkla “İdam edilsin" kararı çıkıyor. Bülent Ecevit... Çok ilginç bir isim, değil mi? Herkes zanneder ki, şair ruhlu, idamlara karşı, ama değil... Bülent Ecevit, idam için oy kullanıyor.”
Karar verildikten sonra Mamak Askeri Cezaevinde, 26 Haziran 1964’te sabaha karşı 03.30’da Fethi Gürcan’ın 5 Temmuz günü ise Talat Aydemir’in idam hükmü infaz edilmiştir.
* 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi
27 Mayıs darbesi, 1950'de iktidara gelen Demokrat Parti'nin (DP) Türkiye'yi gitgide bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü gerekçesi ile Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki bir grup subayın 27 Mayıs 1960 sabahı ülke yönetimine tamamıyla el koyması sonucu gerçekleşen darbedir.
1950'den itibaren seçimleri düzenli olarak kazanan DP, 10 yıl boyunca iktidarda kaldı. Bu süreçte, erken seçim ve yoğun muhalefete rağmen, Adnan Menderes'in başbakanlığında kurulan son hükümet; 27 Mayıs 1960'ta ordunun yönetime el koymasıyla devrildi.
1961'de, Yassıada'da kurulan askeri mahkemede yargılanan Menderes, Zorlu ve Polatkan idam edildi. Menderes'in yönetimindeki DP'nin iktidarı sırasında 1955'te gerçekleşen, 6-7 Eylül olayları da yaşandı.
27 Mayıs sabahı gerçekleşen darbenin kısa kronolojisi:
1 Mayıs'taki sokağa çıkma yasağı nedeniyle evlerinde kalan İstanbullara rağmen, dışarıda iki protesto gösterisi düzenlendi. Başbakan Menderes, radyodan bir açıklama yaparak "Memleketimiz ne bir ihtilal karşısındadır, ne de ihtilalin sözde haklı sebepleri bu ülkede mevcuttur" dedi. Bunalımın aşılması için cumhurbaşkanının istifasını isteyen Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel'e iki ay zorunlu izin verildi ve izin sonunda emekliye ayrılacağı bildirildi.
5 Mayıs'ta Ankara Kızılay Meydanı'nda üniversite gençliği büyük bir protesto gösterisi düzenledi. Göstericilere hitap etmek isteyen Menderes itilip kakıldı.
6 Mayıs'ta İsmet İnönü NATO ülkeleri gazetecileriyle bir basın toplantısı düzenledi ve serbest seçimle iktidarın değişmesini istedi. Bu sırada gezilerine devam eden Adnan Menderes 15 Mayıs'ta İzmir'de, 17 Mayıs'ta Manisa'da konuştu.
21 Mayıs'ta Harp Okulu öğrencileri sessiz bir yürüyüş gerçekleştirdi. Bunun üzerine, Menderes, Yunanistan gezisini iptal etti.
22 Mayıs'ta Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı haberleşmeye sansür koydu. Gece 20:00'den sabah 05:00'e kadar sokağa çıkma yasağı ilan edildi.
24 Mayıs günü muhalefet meclisi terk etti ve mecliste konuşmalar yasaklandı.
Ülkenin içinde bulunduğu durumu açıklamak için yurt genelinde gezilere çıkan Menderes, 25 Mayıs'ta Eskişehir'de bir açıklama yaptı. Tahkikat Komisyonu'nun üç ay sürecek çalışmasını kısa sürede bitireceğini belirtti. Tahkikat Komisyonu, Nisan 1960'da oluşturuldu ve mecliste İsmet İnönü'nün kuvvetli tepkisiyle karşılaştı.
Komisyon üyeleri, askeri adli amirler ile sorgu ve sulh hakimlerine verilen yetkilerin tamamına sahip olarak, soruşturmanın yürütülmesi için her türlü yayını yasaklama hakkına sahipti. Soruşturmaya itiraz edenlerin hapis cezasıyla cezalandırılmasını öngören komisyon, Menderes'in çalışmalarını erken bitireceğini açıkladığı komisyon. (Aynı komisyon üyeleri, darbe sonrası Bakanlar kurulu üyeleriyle birlikte Harp Okulu'na götürüldü. Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun da gözetim alındı.)
27 Mayıs günü Menderes Kütahya yolunda tutuklandı ve Ankara'ya getirildi.
Ordu Yönetime El Koydu
27 Mayıs saat 04:36'da Ankara Radyosu'ndan Kurmay Albay Alparslan Türkeş tarafından yapılan bir anonsla ordunun yönetime el koyduğu bildirildi. Başlangıçta kısa bir süre belirsizlik olsa da, bir süre sonra ihtilalcilerin İstanbul ve Ankara'da yönetime el koydukları anlaşıldı.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve o sırada Eskişehir'den Kütahya'ya geçen Başbakan Menderes gözaltına alındı. Girişimin lideri ilan edilen Orgeneral Cemal Gürsel, saat 16:00'da radyoya bir açıklamada daha bulundu ve ihtilal süresince meclis yerine yasama organı şeklinde çalışması için kurulan Milli Birlik Komitesi'nin üyelerini açıkladı. Yeni bir anayasa hazırlanması istedi.
28 Mayıs'ta Milli Birlik Hükümeti kuruldu.
30 Mayıs'ta İçişleri Bakanı Namık Gedik intihar etti.
Yassıada duruşmaları;
1. Köpek davası (14 Ekim 1960 - 24 Ekim 1960)
2. 6-7 Eylül olayları davası (20 Ekim 1960 - 5 Ocak 1961)
3. Bebek davası (31 Ekim 1960 - 22 Kasım 1960)
4. Vinileks şirketi davası (4 Kasım 1960 - 26 Kasım 1960)
5. Dolandırcılık davası (8 Kasım 1960 - 3 Aralık 1960)
6. Arsa davası (8 Kasım 1960 - 26 Kasım 1960)
7. Ali İpar davası (15 Kasım 1960 - 19 Ocak 1961)
8. Değirmen davası (18 Kasım 1960 - 3 Aralık 1960)
9. Barbara davası (21 Kasım 1960 - 20 Aralık 1960)
10. Örtülü ödenek davası (25 Kasım 1960 - 2 Şubat 1961)
11. Radyo davası (29 Kasım 1960 - 26 Aralık 1960)
12. Topkapı olayları davası (2 Aralık 1960 - 17 Nisan 1961)
13. Çanakkale olayı davası (27 Aralık 1960 - 10 Mart 1961)
14. Kayseri olayı davası (9 Ocak 1961 - 20 Nisan 1961)
15. Demokrat İzmir davası (12 Ocak 1961 - 5 Mayıs 1961)
16. Üniversite olayları davası (2 Şubat 1961 - 27 Temmuz 1961)
17. İstimlak davası (17 Nisan 1961 - 21 Haziran 1961)
18. Vatan Cephesi davası (27 Nisan 1961 - 5 Eylül 1961)
19. Anayasa ihlali davası (11 Mayıs 1961 - 5 Eylül 1961)
Ekim 1960'ta başlayan Yassıada duruşmalarında, Demokrat Parti yöneticileri yargılanmaya başladı. 14 Ekim'de gerçekleşen ilk davada konuşan Adnan Menderes'in ardından öğleden sonra gerçekleşen celsede konuşan eski cumhurbaşkanı Celal Bayar, Afganistan kralının kendisine görevi sırasında hediye ettiği Afgan tazısını bin liraya bir iktisadi devlet teşebbüsüne neden sattığını açıkladı.
Sebep olarak "çeşme yaptırmasını" gösteren Bayar'ın davası, anayasayı ihlal davasına bağlandı. Bayar ayrıca, Kurtuluş Savaşı'ndan kaçmak ve İstanbul'daki 6-7 Eylül olaylarından sorumlu tutularak, Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü ve eski İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay'la birlikte yargılandı. Gizli yapılmasına karar verilen bu dava sonunda ilk celse tamamlandı.
31 Ekim'deki duruşma "bebek davası"yla başladı. Eski başbakan Menderes'in soprano Aynur Aydan'la olan ilişkisinden doğan gayri meşru bebeğin, doğumdan hemen sonra ölümüyle ilgili olan davada, doktorlar çocuğun erken doğduğu için yaşayamadığını belirtti. Davalar sürerken Milli Birlik komitesi tasfiye edildi ve İkinci Gürsel Hükümeti kuruldu.
İdam kararları
Bu sırada Yassıada duruşmalarına, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı İnönü'ye Topkapı olayları sırasında düzenlenen suikast girişimi davasıyla devam edildi. Dava sonunda, anayasa ihlaliyle suçlanan Celal Bayar ve Adnan Menderes'in de aralarında bulunduğu 15 kişinin idamı istendi. Duruşmalar sırasında kalp krizi geçiren Lütfi Kırdar öldü.
14 Ekim 1960'ta başlayan Yassıada davaları, 15 Eylül 1961'de karara bağlandı ve toplam 19 dosyada toplanan davalar anayasayı ihlal davasıyla birleştirildi. 592 sanıktan 288'i için idam istendi. 15 sanık idam cezası alırken, 31'i müebbetle cezalandırıldı. 418 sanıkta çeşitli cezalara çarptırıldı. Menderes, intihara kalkıştı. Cezaları onaylanan Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan 16 Eylül günü sabaha karşı idam edildi. 17 Eylül'de, de Adnan Menderes İmralı adasında idam edildi.
İdamların ardından, Ekim ayında seçimler yapılır ve ordu müdahalesiyle Cemal Gürsel cumhurbaşkanı seçilir. Kasım ayında da, CHP-AP koalisyonu kurulur. Böylelikle on yıl boyunca iktidarda kalan Demokrat Parti'li Menderes yönetimi, Türkiye tarihinin ilk askeri müdahalesi sayılan 27 Mayıs ihtilaliyle devrilmiş olur. İdam kararları tarihe, Türkiye demokrasinin bir utancı olarak geçerken, İngiltere Kraliçesi ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Kennedy'in idamları önleme çabaları da sonuçsuz kalır.
Celal Bayar ve 27 Mayıs Darbesi
"İnsanların cenneti, cehennemi dünyadaki hayatlarıdır. Biraz da hakları var, bazen insana en büyük ceza, kendi hatalı hayatı oluyor. Eğer, İsmet Paşa, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı bir tek olaya dayanarak, çıkarttığı bir tek kararname ile merkez ve şubeleriyle birlikte kapatmamış olsaydı, Meclis'in tahkikat encümeni kurmasından belki hiç kuşkulanmayacak, kendisi ve partisinin komünistlerle iş birliği yaptığı belgelenmeyecek ve böylece Türkiye demokrasi tarihine 27 Mayıs ayıbı hiç girmeyecekti..."
Bu sözler, Türkiye Cumhuriyeti'nin 3. Cumhurbaşkanı, 27 Mayıs'ın birinci derecede muhatabı Celal Bayar'a ait.
1986 yılında Tercüman Gazetesi'nin 27 Mayıs'ı yazı haline getirmesini istediği İsmet Bozdağ'ın görüştüğü Bayar'ın anlatımında 27 Mayıs ile ilgili bazı bilinmeyenler gözler önüne seriliyor.
Bir Bakıma Doğrudur
Kitapta, Celal Bayar'ın anıları, 27 Mayıs ve Gerekçeleri adlı söyleşiyle başlıyor. Bayar, 27 Mayıs ile ilgili düşüncelerini ilk olarak şöyle özetliyor:
"Beni 27 Mayıs`ın mağduru sayarlar, bir bakıma doğrudur. Bu yüzden hapsedildim, bu yüzden -kollarım arkamda bağlı- idam sehpasının altına kadar gittim. Bu yüzden insanlık haklarım elimden alındı ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüm. Bunca cefaya ve kahra uğramış insana mağdur demek, elbette yanlış olmaz. Fakat bunca iftiraya, bunca kasıtlı suç yamama gayretlerine, bunca yalan yayınlara, demeçlere, yorumlara rağmen, -bir adalet mercii olmaktan çok- bir siyasi hesaplaşma kurumu vasfında olan Yassıada Mahkemesinden sonra yüzünün akı ile topluma geri dönmek ve mağduru olduğu bir dönem hakkında fikri sorulur kişi olmak, hangi kula nasip olmuştur. Hiç tereddütünüz olmasın. Devletimin uğradığı bu kazanın, bu fiili durumun muhasebesini, bir mağdur gibi değil, dünyada aradıklarını, beklediklerini bulmuş, yaşını, başını almış, tecrübeli bir devlet adamı dikkati ve sorumluluğu ile yapmaya çalışacağım."
27 Mayıs Anayasası
27 Mayıs nedir? sorusuna kaleme aldığı Başvekilim Adnan Menderes adlı kitapta yanıt bulduğunu belirten Celal Bayar, "1961 Anayasasına 27 Mayıs Anayasası diyenler vardır, bu görüşün doğru olduğunu sanmıyorum" diyor. Bayar, bu yöndeki görüşlerini de şöyle aktarıyor:
"Çünkü 27 Mayıs, Halk Partisi ile Demokrat Parti arasında sürdürülen Anayasa tefekkürü buhranının milleti usandırıp bezdirdiği bir anda alınmış fiili bir durumdur. Türk Silahlı Kuvvetleri adına radyolara el konduğu andan itibaren, durmadan tekrar edilen slogan, hareketin hiçbir parti ve zümreye karşı yapılmadığı ve kardeş kavgasını önleme gerekçesiyle hareket edildiğinden ibarettir. Buna bir ihtilal diyebilir miyiz? Tabii ki hayır.
Çünkü ihtilal, mevcut devlet statüsünü temelinden değiştiren bir fikre dayanır. Bir tefekkür kaynağı ve bu tefekkür kaynağının beslendiği bir halk tabanı vardır. İktidara, kendi fikrini uygulamak, devlet-vatandaş münasebetlerini yeniden çizmek için gelmiştir. 27 Mayıs`ta bunlar yoktur. Öyleyse, buna ihtilal diyemeyiz."
Bayar, 1961 Anayasası'na ilişkin görüşlerini de, "Ben memleketimin gerçeklerine saygısı olan bir insanım. 1961 Anayasası`nın demokratik hiçbir temel fikrine karşı olmadığımı, bu düşüncelerimin içinden ifade etmek isterim" şeklinde dile getiriyor.
Asılmaya Gidiyorduk
Yassıada'da ölüme mahkum edildikten sonra kararın infazı için bir hücumbot içinde İmralı Adası'na doğru yola çıktıklarında yaşadıklarını da Bozdağ'a anlatan Bayar, o sırada yaşanan bir olayı da şu cümlelerle özetliyor:
"Arkadaşların hepsi, büyük bir vakar içinde sükunetlerini muhafaza ediyorlardı. Bu kadar yıl sonra açıkça söylüyorum; korkmamıştım, arkadaşlarımda da hiçbir korku belirtisi yoktu. Belki o anda her biri, zihinlerinde bir muhasebe yapmakta ve ailesini düşünmekteydi. Sessizliği dağıtmak için son kabinemizin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'ya yüksek sesle sordum: Fatin Bey, işi bıraktığımız zaman Ortak Pazar için yaptığımız müracaat ne safhadaydı? Sorumu duyan muhafızlar şaşırdılar, adeta duyduklarına inanmadılar. Biz asılmaya gidiyorduk ve konuştuğumuz mevzu, Ortak Pazar'a yaptığımız müracaattı. Rahmetli Zorlu, çok sakin bir sesle anlatmaya başladı, arkadaşlar dikkatle dinliyorlardı. İmralı`ya böyle geldik..."
İnsana En Büyük Ceza
Kitaptaki, "İnsana En Büyük Ceza Kendi Hayatıdır" başlıklı bölümde ise Celal Bayar, 27 Mayıs ile ilgili farklı görüşlerini şöyle aktarıyor:
"İnsanların cenneti, cehennemi dünyadaki hayatlarıdır. Biraz hakları da var, bazen insana en büyük ceza, kendi hatalı hayatı oluyor. Eğer, İsmet Paşa, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nı bir tek olaya dayanarak çıkarttığı bir tek kararname ile merkez ve şubeleriyle birlikte kapatmamış olsaydı, Meclis'in Tahkikat Encümeni kurmasından belki hiç kuşkulanmayacak, belki yapılan tahkikat sırasında, kendisi ve partisinin komünistlerle iş birliği yaptığı da belgelenmeyecek ve böylece Türk demokrasi tarihine 27 Mayıs ayıbı hiç girmeyecekti. Ve yine hiç şüphe etmiyorum bir 27 Mayıs olup bittisi başarıya ulaşmamış ya da hiç yapılmamış olsaydı, ne ordu içinde cuntalar kurulacak, ne 12 Mart, 12 Eylül müdahaleleri yapılacak, ne de demokrasi dejenere edilebilecekti. Ama ne yazık ki, çivi bir kere yerinden oynadı.
Bence, 27 Mayıs düğümünün çözüldüğü nokta, Meclis Tahkikat Encümeni kurulması kararı alındığı gün İsmet Paşa'nın Meclis'te yaptığı konuşmadır..."
Silahlı Kuvvetler Birliği 'nin başarısız müdahale girişimlerinin ardından örgütün üst düzey yöneticilerinden birisi olan Talat Aydemir de Kore Savaş Birliği'ndeki görevinden dönmüştür. Aydemir , ülkeye dönüşünün ardından Silahlı Kuvvetler Birliğiyle anlaşmazlığa düşer.
Silahlı Kuvvetler Birliği Başkanı Cevdet Sunay; 'Seçimler yapılmış, Meclis toplanmış, ardından da İnönü başkanlığında hükümet kurulmuştur. Yani bir müdahaleye gitmenin zamanı değildir. Ben hükümet kurulurken İnönü 'ye söz verdim', diyecek, Aydemir ise Sunay 'a karşı çıkarak 'Ben bu davaya baş koydum. Kararımdan dönmem' diyerek rest çekecek ve Silahlı Kuvvetler Birliği ile yolunu ayıracaktır. Bu andan itibaren Aydemircilerin İnönücülüğe karşı
Atatürkçülüğe dönüş mücadelesi başlamış olur
Aydemirciler İnönü 'yü Atatürk 'e karşı çıkmakla suçluyor
Talat Aydemir Silahlı Kuvvetler Birliği ile olan bağını kopartırken bütün eleştirilerini de İnönü üzerinde yoğunlaştırıyordu. Aydemir, İhtilalin güçlü albayı ve CHP'nin iktidara biran önce gelmesi için MBK ile anlaşmalı olarak demokrasiye geçişin hesapları yapıldığı tezine sert çıkışlar yapan kişi olarak tanınmaktaydı.
27 Mayıs 'ın seçimlerle tasfiye edildiğini ve Atatürkçülüğe değil İnönücülüğe dönüldüğü gerçeğini gören Aydemirciler İnönü 'yü ağır biçimde eleştiriyorlardı: '...memleketi yönetme sanatı çoktan geçmişti. Çevirdiği entrikalar faydadan çok zararlı oluyordu. Bölücü bir zihniyeti vardı. Bu taktiğini 27 Mayıs 'tan sonra en gözde örgüt olan Silahlı Kuvvetler Birliği içinde de tatbik etti... Örneğin demokratik Anayasa savunucusuydu fakat kendisi için anayasa mevcut değildi. Diğer bir deyimle partilere, örgütlere, kurumlara ve halka anayasanın gereklerini gösteriyordu fakat kendisi anayasanın üstünde ve dışında kalan bir imtiyazlıydı. Hırslı bir politikacıydı ve yaşı hırsını yenememişti. Atatürk 'e karşı çıkışları da hırsını yenememiş olmasındandır. Atatürk bile onu affetmemiştir.'
Aydemirciler; Halk iradesini hakim kılmanın yolu devrimdir
Talat Aydemir liderliğindeki 22 Şubatçılar 27 Mayıs'ın toplumsal bir devrim hedefiyle yola çıktığını ancak gelinen aşamada iktidarın CHP-AP iktidarına teslim edilerek 27 Mayıs 'ın asıl hedefinden saptırıldığını düşünüyorlardı. Ülkeyi 27 Mayıs'a sürükleyenin bizzat parlamenter sistem olduğunu savunan Aydemirciler parlamentarizme karşı devrim fikrini öne çıkarıyorlardı.
Osman Deniz ve Cevat Kırca iktidarın İnönü ve AP 'ye teslim edilmesine şu sözlerle karşı çıkıyorlar:
'Düzen değişikliğine gitmek kaçınılmazdı ve şekilci demokrasilerde düzen değişikliğine seçim sandıklarından geçilerek varılamazdı. Seçim sandıklarında varolan zihniyet demagojiye bağlı kaldıkça, oportünizme hizmet ettikçe ve aldatılan halk kitlelerinin bilinçlenmesi fanatik engellerle önlendikçe sandıktan çıkanlar daima tutucu zihniyetin sahipleri olmakta devam edecek, böylece düzen değişikliği arzusundaki devrimciler iktidara gelemeyeceklerdir.'
'Şekli demokrasilerde var gibi görünen milli irade gereği aslında yanıltıcıdır. Şöyle ki oy sahibi olan kitlelerin neyi istediği ve kime hizmet ettikleri şuuru aldatıcı metodlarla bozulmakta ve seçim havası içinde iktidar etme hırsına kapılanların yanıltıcı telkinleriyle yaratılan hayali bir irade hakim kılınmaktadır. Gerçekte iddia edilen milli irade değil, hayali bir iradedir.'
'Böyle olunca da halkın yararını dile getiren devrimler yoluyla varmak isteyen kadrolar ülkenin kaderine sandıktan geçerek el koyamamaktadırlar. Bu yol kapanınca da devrimcilerin yönetime geçmesi sandık dışından olabilecektir. Bu yolun adı ihtilaldir.'
20/21 Mayıs 1963
Üst düzey komutanlardan teğmenlere kadar birçok subay emekli edilerek Ordu 'dan uzaklaştırılırken Başbakan İnönü Meclis 'te yaptığı konuşmada 'Harp Okulu öğrencileri aldatılmıştır' diyerek olayların büyüklüğünü örtbas etmeye çalışır. Bu açıklamanın gazetelere yansımasıyla birlikte ertesi gün İstanbul 'a izinli gelen Harp Okulu öğrencileri Taksim Cumhuriyet Anıtına üzerinde 'Atatürk ve Türk Ulusu ... Harbiyeli aldanmaz yazan bir çelenk bırakacaklardır.
22 Şubat 'ta yaşanan başarısızlığa rağmen 22 Şubatçılar yeni bir harekete girişmekte gecikmeyeceklerdir. 20/21 Mayıs 1963 gecesi ikinci bir deneme daha gerçekleştirilir. Yapılan planda Meclis 'in feshedilmesi bakanlıkların işgali, Genelkurmay ve kuvvet komutanlıklarının kontrol altına alınması öngörülüyordu. İstanbul ve Ankara 'da başlayan yönetime el koyma girişiminde ilk adım radyo istasyonlarının ele geçirilmesi ve ihtilal bildirisinin okunmasıydı.
Planın ilk aşaması başarıyla uygulanmış, Ankara 'daki radyo istasyonu ele geçirilerek Silahlı Kuvvetlerin içinde bulunulan kötü duruma son vermek için yönetime el koyduğu anonsuyla ihtilal duyurulmuş oluyordu. Ancak radyo binasına giden tank birliği henüz emniyeti sağlamadan yapılan ihtilal duyurusu karşıt güçleri hemen harekete geçirmişti.
Basit birkaç hata bütün planları bozmuş ve başarısızlığa yol açmıştı. 21 Mayıs denemesinin başarısız olmasının ardından Talat Aydemir , Binbaşı Fethi Gürcan , Yarbay Osman Deniz ve üsteğmen Erol Dinçer tutuklanmış ve yapılan yargılama sonucunda idam cezasına çarptırılmışlardı.
Daha sonra Erol Dinçer ve Osman Deniz idam edilmekten kurtulmuşlarsa da Aydemir ve Gürcan idam edilmişlerdi. Böylece 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde gerçekleştirilen iki girişimin liderleri ortadan kaldırılmış ve 27 Mayıs 'ı yeniden devrimci rotasına oturtma çabaları sonuçsuz kalıyordu.
Ben ihtilalciyim, bugün serbest kalsam yine ihtilal yaparım!
Devrim yapma amacıyla harekete geçen ve bu girişimlerinin bedelini hayatlarıyla ödeyen subaylar yargılanmaları aşamasında da devrimci bir tavır sergilemişlerdir. 22 Şubatçıların liderlerinden Fethi Gürcan devrimci bir subayın karakterini yargılama aşamasında yaptığı savunmasında ortaya koyacaktır: 'Ben ihtilalciyim. Bugün serbest kalsam yine ihtilal yaparım. Benim giremeyeceğim garnizon yoktur. Girdiğim garnizonu da harekete geçirir ve ihtilal yaparım.'
Bu konuşmayı yaptığı sırada Gürcan kendisini bekleyen sonun farkındadır ancak yine de ideallerinden taviz vermeyecek kadar devrimci bir bilince sahiptir ve bu sözlerin ardından mahkemece idamla cezalandırılır ve asılarak idam gerçekleştirilir.
Aydemir ve Gürcan 'ın idam edilmelerinin ardından 1459 Harp Okulu öğrencisinin okulla ilişiği kesilir ve büyük bir tasfiye operasyonuna girişilir. Bu hareketlere katılan subay sayısı o kadar fazlaydı ki Ordu içinde girişilen tasfiye operasyonu bir noktadan sonra yarıda bırakılmak zorunda kalındı.
27 Mayıs Darbesi
27 Mayıs Darbesi[1], 27 Mayıs 1960'ta yapılan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşmiş ilk askerî darbe[2]. Ayrıca 27 Mayıs Askerî Müdahalesi[3] ya da 27 Mayıs İhtilâli[4] olarak da anılır. Darbe emir komuta zinciri içinde yapılmamıştır; 37 düşük rütbeli subayın planlanları ile icra edilmiştir. Kritik mevziler bu subayların ellerindeki asker ve silahlarla önce ordudaki komuta kademesinin etkisiz hale getirilmesi ile ele geçirilmiştir. Sonra cumhurbaşkanı ve hükümet üyeleri tutuklanarak, hükümet; 235 general ve 3500 civarında subay (daha çok albay, yarbay, binbaşı) emekliye sevk edilerek, ordu; 1402 üniversite öğretim görevlisi görevden alınınarak ve bazı üniversiteler kapatılıp el konularak, üniversiteler; 520 hakim ve yargıç görevden alınınarak, yargı kontrol altına alınmıştır. [5] [6]
Darbeden sonra darbeyi planlayan ve ıcraa eden 37 düşük rütbeli subay ve Emekli Orgeneral Cemal Gürsel in oluşturduğu Millî Birlik Komitesi ülke yönetimini üstlendi.
1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti'nin ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü gerekçelerini [7] ileri sürerek Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde bir grup subay, 27 Mayıs 1960 sabahı ülke yönetimine bütünüyle el koydu.[8] 37 subaydan oluşan Millî Birlik Komitesi bu harekat ile anayasa ve TBMM'yi feshetti, siyasi faaliyetleri askıya aldı, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere birçok Demokrat Partiliyi tutuklattı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun, İstiklal Savaşı kahramanlarından Ali Fuat Paşa, Kore gazisi Tahsin Yazıcı ve emekli olduktan sonra DP'den milletvekili seçilen eski Genelkurmay başkanı Mehmet Nuri Yamut da tutuklananlar arasındaydı.
3. Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın, eğer darbenin lideri kendisinden daha kıdemli değilse ordusuyla Ankara'ya yürüyüp isyancıları yakalayacağını söylemesi üzerine darbeden haberi olmayan Emekli Orgeneral Cemal Gürsel Milli Birlik Komitesi'nin başına getirildi.[9] Bu darbenin daha sonraki yıllarda meydana gelen askeri darbelerden farkı[10], Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri içinde yapılmamış olmasıydı;[11] nitekim dönemin Genelkurmay başkanı da yönetime el koyan askeri güçler tarafından tutuklanmıştı.
TALAT AYDEMİR
Talat Aydemir, (d. 1917, Bilecik – ö. 5 Temmuz 1964, Ankara) Harp Okulu'nu (1939) ve Harp Akademisi'ni bitirdi (1954). DP iktidarına karşı darbe yapmak için örgütlenen cuntada çalıştı (1956 - 1959). Kore'ye gitti (1959). 1960 Haziranına kadar orada kaldığı için 27 Mayıs 1960 hareketine katılamadı. Yurda dönünce Milli Birlik Komitesi'nce Kurmay Albay rütbesindeyken Harp Okulu'nun komutanlığına atandı. Albay Talat Aydemir 22 Şubat 1962'de yapılan atama ve tutuklamalara karşı, askeri öğrencilerin de desteğini alarak hükümete karşı direniş hareketini örgütledi. Bu direniş hükümetle uzlaşma ile sonlandırıldı ve Aydemir emekli edildi, 10 Mayıs 1962'de çıkarılan özel af yasasıyla serbest bırakıldı. Cezaevinde kaldığı günlerde "İsmet'i asacağım" sözleri İnönü'nün kulağına kadar gitti.
Talat Aydemir, 20 Mayıs 1963'de Anayasa'da öngörülen reformların gerçekleştirilmediği gerekçesiyle ikinci darbe girişiminde bulunmuş ve başarılı olamamıştır. Yapılan yargılamadan sonra Süvari Binbaşı Fethi Gürcan ile birlikte idama mahkûm edildi. 27 Haziran 1964 günü sabaha karşı hücresinden alınarak infaz hazırlığı için cezaevi müdürünün odasına getirildi ise de avukatının yaptığı bir son dakika başvurusu ile infaz ertelendi.
Bu son hukuki girişimlerin de etkisiz kalmasının ardından hüküm, 8 gün sonra yerine getirildi.
EMİNE GÜRSOY NASKALİ'DEN
"Hiçbiri Harbiye Yürüyüşünü, Yassıadayı'yı Ağzına Almadı"
Celal Bayar'ın torunu, Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali 27 Mayıs sempozyumunda anlattı: "27 Mayıs; demokratik rejimin, halk iradesinin vesayet altına alındığı tarihtir. Vatandaşa şu denmiştir: sen kime oy verirsen ver, senin oyunun bir değeri yoktur, çünkü sen anlamazsın, doğruyu seçmesini bilmezsin."
Emine GÜRSOY NASKALİ
İstanbul - BİA Haber Merkezi
26 Mayıs 2010, Çarşamba
Askeri müdahalelerin demokrasilerde kabul edilebilir bir şey olmadığını özümsemiş olabilseydik, demokrasiye bir Yunanistan kadar sahip çıkabilseydik, bir Şili kadar, veya bir İspanya kadar darbeciliğe hayır diyebilseydik, veya herhangi bir demokratik ülkeninki kadar değerler geliştirmiş olsaydık, bugün bu panele eski bir darbeci davet edilmezdi, sen de olayları kendi cephenden anlat denmezdi, mazeretlerini beyan et denmezdi. Burada etik bir sorun olduğunu düşünüyorum.
Bu toplantının duyurusu, 27 Mayısı darbe olarak isimlendiriyor. 27 Mayısın kamuda darbe olarak nitelenebilmesi için bir yarım yüzyıl geçti. Büyükbabam 27 Mayısı "fiili durum" ve "ayaklanma" olarak isimlendirmişti. Hatta, Yassıada davalarında böyle demişti. Askerin siyasete karışmasını hiç bir zaman tasvip etmediğini söylemişti. 27 Mayısta çıkarılan Tedbirler Kanunu, darbe aleyhinde yazılıp konuşulmasını yasaklıyordu. Tabii, darbeye darbe değil, "devrim" veya "inkılap" diyorlardı. Yassıada mahkemesini ve kararlarını eleştirmek de Tedbirler Kanunu kapsamına giriyordu. Bu kanun 1969 yılına kadar yürürlükte kaldı. - Yani neredeyse 10 yıl. Darbe mahkemesi süresince Yassıada Saati programıyla radyodan Demokrat Partililere (DP) hakaret programı yayınlandı. Anneannemin kelimeleriyle "şeni iftiralar" yapıldı. İnsanlar evlerindeki resimleri mektupları imha ettiler, DP'ye yakın olmak tehlike demekti.
Yine 27 Mayıs darbesinin ardından, 1963'te, [İsmet] İnönü'nün başbakanlığı döneminde, 27 Mayısı milli bayram ilan eden bir kanun çıkarıldı, 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı - ismi buydu - yine neredeyse 10 yıl boyunca - insanların içi burkulurken, darbe, millete bayram olarak dayatıldı. Milli Eğitimin okul kitaplarına darbe; Türk ordusunun şanlı bir zaferi olarak işlendi. D
emokrat Partili ailelerin çocuklarına özellikle bu bölümden sınav soruları seçildi. Ben de bu okul çocuklarından biriyim. Yani çocuklara varana kadar taciz yaşandı. Milletvekili olduğu dönemde annem okul kitaplarında bu bahsin düzeltilmesi için Mecliste öneride bulundu, ama Tedbirler Kanunu yürürlükte olduğu için üstü kapatıldı. 1982 yılında bu bayram ve müfredat garabetine son verildi.
27 Mayıs; darbe tohumları ekmiştir, kötü tohumlar ekmiştir.
İki olayı ele alacağım.
Bunlardan birincisi Talat Aydemir olayı. Aydemir'in iki darbe girişimi; yarım kaldığını düşündüğü 27 Mayıs darbesini tamamlamak için gerçekleştirilmiştir. Aydemir 27 Mayısçılarla yakın ilişki içinde.
27 Mayıstan sonra Harp Okulu Komutanlığına getiriliyor ve Silahlı Kuvvetler Birliğinin Başkanı oluyor. Yassıada kararları henüz açıklanmamış ama infaz hazırlıkları çok önceden başlamıştı.
Zaten Anayasa davasının "vatana ihanet" suçlamasıyla açılmasının sebebi büyükbabamı da yargılayabilmek ve ölüm cezası verebilmek içindi. [Bu iddianamelerin hazırlandığı dönemde 14'ler işbaşındaydı, yani idamla yargılanma karalarını onaylamışlardı.] Cumhurbaşkanı sadece vatana ihanetten yargılanabiliyor. Türk Ceza Kanunu'nda (TCK) idam cezasına 65 yaş sınırı vardı. Keza TCK'nın idam hükmüne getirdiği 65 yaş sınırın kaldırılması da yine büyükbabamı idama götürmek içindi.
Bir başka ilginç husus da 1961 Anayasasında yer alıyor. 61 Anayasası darbecilere ve eski Cumhurbaşkanlarına ömür boyu tabii senatörlük ihdas ediyordu. Yani seçilmeden ömür boyu Mecliste yer alma. O tarihte eski cumhurbaşkanı olarak bir İnönü var bir de büyükbabam. Ama büyükbabamın asılacağı var sayıldığı için rahatlıkla bu maddeyi İnönü için Anayasaya yerleştiriyorlar.
Tabii senatörlüğün Cumhurbaşkanı maddesi İnönü için çıkarılmıştır. Yıllar sonra büyükbabam Kayseri cezaevinden çıkınca, bir mektup geldi ve tabii senatör olarak Meclise davet edildi. Bu çağırıyı reddetti, milli irade ile seçilmediğim bir makamı kabul edemem, prensiplerime aykırıdır dedi. Halbuki diğerleri tabii senatörlüğü kabul etmekte hiç bir sakınca görmemişlerdi, gidip meclise oturmuşlardı.
Yassıada davaları sürerken İmralı cezaevi müdürü [Ahmet Ziyaettin] Acarol'a bir talimat geliyor, 80-90 idam için hazırlık yapması isteniyor. İmralı'da ağaç yok, gemiyle kereste getirtiliyor. Hazırlıkların gizli yapılması lazım, onun için müdür futbol sahası yapılacağını söylüyor, mühimmat depolanacak diye sandukalar hazırlanıyor, zeytin ağacı dikilecek diye çukurlar açılıyor.
Yassıada kararlarının ilan edileceği sırada İmralı'ya bir grup genç subay çıkıyor, 200 kadar tomsonlu subay, idam istiyoruz, çok sayıda idam istiyoruz, idamları göreceğiz diye. Bu grubu yönlendiren şahıs, Harp Okulu Komutanı ve Silahlı Kuvvetler Birliği Başkanı Talat Aydemir'dir. Talat Aydemir daha sonraki iki darbe girişiminin mimarıdır.
Yassıada mahkemesi ve idamlar konusunda da şunu söylemek isterim:
Yassıada mahkemeleri, darbecilerin kendini aklamak için kurguladıkları bir senaryodur. Darbecilere akıl hocalığı yapan Cumhuriyet Halk Partili (CHP) profesörler, iktidarın yargılanması gerektiğini söylemişlerdir. Yoksa, demişlerdir, isyan suçundan siz ipe gidersiniz.
Mutlaka vahim suçların bulunması ve mutlaka vahim cezaların verilmesi gerekir demişlerdir. "Meşruiyetiniz" için bu gereklidir demişlerdir. Darbe mahkemesinin sonunda idamların geleceği belliydi. Gerçi o günleri yaşarken belki bunu o kadar açıklıkla görememiş olsak bile...
İkinci olayı ise söyle anlatayım:
21 Mayıs 1960 günü, yani darbeden çok kısa bir süre önce Harp Okulu öğrencileri Ankara'da bir yürüyüş yapmışlardı. Bu yürüyüş elbette ki komutanlarının teşvik ve himayesinde yapılmıştı. Büyükbabam bu subayların disipline sevk edilmesini ve cezalandırılmasını istemişti.
Bu konular Yassıada'da dava konusu oldu. Cumhurbaşkanı bu işlere karışmamalıymış, dendi. Büyükbabam da elbette ki karışmalıydım, memleketin güvenliğini temin etmek en birinci telakki ettiğim görevdi, dedi. Bayar Harp Okulunu imha edecekti dendi. Akla hayale sığmayacak şeni iddialar. Bu iddianın gerçeğe dayanmadığını darbeciler sonradan itiraf ettiler...
Tabii, bir de şu var: Talat Aydemir'in ikinci ayaklanmasını bastırmak için 1963'te, bizzatihi Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Harp Okulunu bombaladı, bu da unutulmamalıdır.
1960'ta Harp Okulu kumandanı Sıtkı Ulay'dı. Milli Birlik Komitesi üyesi olarak darbeyi yapanlardan biri. Bu şahıs, şahit olarak Yassıada'ya çağırılmıştı. Orada, Sıtkı Ulay Harp Okulu öğrencilerini darbeye kadar Ankara'da tutabilmek için yalan rapor düzenlediğini iftiharla anlattı. [Yani, generaller yalan söyleyebiliyor, yalan rapor yazabiliyorlar.]
Nasıl Menteş kampının otları arasında yılanlar olduğunu ve bu sebeple kamp yapmaya uygun bir yer olmadığını - tabii, doğru değil, Menteş kampı kamp yapmaya uygun bir alan - sonra Harp Okulu öğrencilerini nasıl silahlandırdığını ve niye öğrenciler silahlı diye sorgulanması halinde öğrencinin silah temizliyor olduğunu söyliyeceğini iftiharla anlattı.
Yine bu aynı öğrenciler, darbe günü DP'lileri tutuklamakla görevlendirildiler. Yine o dönemin genç subayları - seçilmiş genç subayları - Yassıada'da görev yaptılar. Silahlı olarak mahkeme salonunda nöbet tuttular vs. (Yaklaşık 3000 ordu personeline bu görevleri dolayısıyla MBK ek maaş bağladı. Milli Bİrlik Komitesi (MBK) tutanaklarında bu bilgiler mevcuttur.
Bu insanlar o yıllarda tabii genç insanlar, 18, 19, 20... bu işlerin içinde yetiştiler, yetiştirildiler. Tutuklamaları yapan, Yassıada'da nöbet tutan, darbe muhafızlığını yapan o subaylar ileriki yıllarda hep terfi ettiler ve hep karşımıza çıktılar.
Birkaç isim okuyayım: Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Çetin Doğan, Çevik Bir, Tuncer Kılınç, Altay Tokat, Kemal Yılmaz, Edip Başer, Tamer Akbaş, Yaşar Büyükanıt, Fevzi Türkeri, Akay Şakman, Teoman Koman, İlhami Erdil, Namık Kemal Ersun, Necip Torumtay, İsmail Hakkı Karadayı, Kemal Yamak, İlhan Oral, İrfan Tınaz, Doğu Aktulga...
Hiçbiri Harbiye yürüyüşünü ve Yassıada'yı ağızlarına almadı. Hiçbiri 27 Mayıs darbesinden ve yapılanlardan dolayı pişmanlık duyduklarını söylemedi. Harbiye'de ve Yassıada'da ne yaptıklarını anlatmadılar. Ama '60 darbesinde bu isimler iyi eğitim aldılar.
27 Mayıs; demokratik rejimin, halk iradesinin vesayet altına alındığı tarihtir. Vatandaşa şu denmiştir: sen kime oy verirsen ver, senin oyunun bir değeri yoktur, çünkü sen anlamazsın, doğruyu seçmesini bilmezsin. 27 Mayıs toplum hazfızasında yer etmiştir çünkü telafisi mümkün olmayan bir kırılma noktası yaşanmıştır. Ve dediğim gibi, bu olayın etkileri günümüze kadar sürmüştür.(EGN/EÜ)
Başarısız bir darbeci portresi: Talat Aydemir!
'Balyoz Eylem Planı' iddialarıyla gündeme gelen darbe söylentileri Aydemir'in başarısız darbe girişimlerini hatırlattı!
Çarşamba, 27 Ocak 2010 12:46
Dünya Bülteni / Haber Merkezi
Osmanlı'nın son döneminde tanıştığımız askeri darbeler, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte, Türk demokrasi tarihinin bir parçası oldu. 27 Mayıs 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat bildiğimiz yakinen karşılaştığımız 'başarılı'darbelerin yanı sıra siyasi tarihte bir de 'gerçekleşmeyen' darbe girişimleri var. Bunlardan biri olan Talat Aydemir, 'Başarısız darbeci profili'ne en önemli örnek olarak anılıyor.
Genelkurmay, Talat Aydemir'in iki kez gerçekleştirmeye çalıştığı darbe girişiminden başka, askerlerin darbe hazırlığı içerisinde bulunduklarını kabul etmedi. Anayasal suç olmasına rağmen ordudan hiç kimse darbe hazırlığında olduğu gerekçesi ile atılmadı.
22 Şubat Darbe girişimi
Talat Aydemir Kore'de görevde olduğu için 27 Mayıs askeri darbesine katılmamıştı. Kore'den geldikten sonra darbe gerçekleştiren arkadaşları Talat Aydemir'i unutmayarak albay rütbesinde olduğu halde Harp Akademisi komutanlığına getirilmişti.
Aralarında Alpaslan Türkeş'in de bulunduğu milliyetçi darbecilerin dışlanması, ordu içerisinde ikilem doğurmuştu. Bir tarafta 27 Mayıs hareketini hükümete karşı bir darbe olarak gören diğer tarafta ise yeni bir Cumhuriyete geçmek için devrim yapıldığını söyleyen subaylar vardı.
15 Ekim 1961'de yapılan genel seçimler, darbecileri hayal kırıklığına uğratmıştı. Demokrat Parti geleneğine bağlı olarak kurulan Adalet Partisi, CHP'den çok az oy farkı ile ikinci parti olarak seçimlerden çıkmıştı. Bir grup subay bu seçim sonuçlarının kabul edilemez olduğunu söyleyerek tekrar askeri bir darbe yapılmasını istiyorlardı.
Genelkurmayda darbe hazırlıkları yapıldı
İstanbul ve Ankara'da ordunun üst düzey subayları toplantı üzerine toplantı yapıyor, nasıl darbe yapacaklarını tartışıyorlardı. Sonunda 21 Ekim 1961'de uzlaşmaya varılmış, İstanbul Harp Akademilerinde 10 general ve 16 subaydan oluşan darbe girişimcileri ortak bir protokol imzalanmıştı. Protokole göre Meclisin toplanacağı tarihten önce bir askeri darbe daha yapılacaktı. Darbe tarihi ise 25 Ekim 1961 olarak belirlenmişti.
Fakat darbe, bazı subayların ülke kaosa sürüklenir tavsiyesi üzerine meclisin açılmasından sonraya ertelenmişti. Cumhuriyet tarihinin ilk koalisyonu CHP ve Adalet Partisi arasında kurulması ve başbakanlığa İsmet İnönü'nün getirilmesi darbecilerin yüreklerine su serpmişti.
Amaç halkın iradesine el koymaktı
Bazı Adalet Partisi milletvekillerinin 27 Mayıs darbesine mecliste sert eleştiriler yapması darbe heveslilerinin tekrar hareketlenmesine neden olmuş, 9 Şubat 1962'de 57 generalden oluşan yüksek rütbeli subaylar yönetime müdahale etme kararı almışlardı. Bu subaylar darbe sonrasında ezanın tekrar Türkçe okutulmasını, İmam Hatip okullarının kapatılmasını, tek parti dönemi uygulamalarına tekrar dönülmesini istiyorlardı.
19 Şubat'ta Ankara'da ki karargâhta Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay başkanlığında Jandarma, Hava ve Kara kuvvetleri başkanlarının katıldı toplantı gerçekleştirilir. Toplantıya darbeyi karargah adına yürütecek Albay Talat Aydemir, Albay Selçuk Atakan ve Albay Necati Ünsalan'da katılır. Toplantıda İsmet İnönü konusunda fikir ayrılıkları çıkar. Hava Kuvvetleri komutanı İrfan Tansel ve Talat Aydemir darbe sonrasına İsmet İnönü'nde yargılanmasını isterken diğer kuvvet komutanları karşı çıkar. Toplantıda uzlaşma sağlanamadığı için darbe tarihi belirlenemez.
Türkeş'in de darbe girişimine adı geçti
Fakat Talat aydemir kendinse bağlı subaylarla 20/21 Şubat gecesi harekete geçer. Cumhurbaşkanlığı hariç bütün birimleri kendine bağlı askerler ile kontrol altına alır. 8 askerin öldüğü olaylarda Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel devreye girer ve Aydemir ordu içerisinden kendisine verilen desteğin azalması üzerine darbe girişimini sona erdirir.
Talat Aydemir daha sonra yüksek rütbeli subayların araya girmesi ile affedilir. Fakat Aydemir darbe yapmakta kararlıdır. Son darbesini 20 Mayıs 1963'te saat 23.00'da dener. Bu darbe de başarısız olur ve tutuklanır.
Talat Aydemir, Alparslan Türkeş, Osman Deniz askeri mahkeme tarafından yargılanır, Türkeş yargılama sonrasında beraat ederken diğer darbecilere idam cezası verilir. Talat Aydemir ve arkadaşları bir süre sonra anayasal rejimi değiştirmek istedikleri gerekçesi ile idam edilir.
Talat Aydemir olayı cuntacıların kendi içerisindeki ilk temizliğidir. Bu olaydan sonra darbe senaryoları ve girişimleri içinde olan subaylar ne deşifre edilir ne de yargılanır.
FETHİ GÜRCAN DA AYNI BAŞARISIZ DARBEDEN DOLAYI ASILMIŞTI
Talat Aydemir ile birlikte asılan ikinci kişi ise binbaşı Fethi Gürcan'dı. Talat Aydemir yönetimindeki 22 Şubat 1962 ayaklanmasına katıldığından; binbaşı rütbesiyle, direnişe katılan diğer genç subaylarla birlikte ordudan atılmıştı. 20 Mayıs 1963 ayaklanmasınında öncüleri arasında yer aldı ve Mamak Askeri Mahkemesi'inde yargılanarak idama mahkum edildi ve hüküm 27 Haziran 1964 Cuma günü sabaha karşı yerine getirildi. Darbe girişiminin diğer lideri Albay Talat Aydemir ise 5 Temmuz 1964'de yine sabaha karşı idam edildi.
MUSTAFA ÜNAL
Baykal'ın Talat Aydemir yanılgısı
Deniz Baykal, Başbakan Erdoğan'a idam sehpasının yolunu gösterirken Adnan Menderes'ten değil, iki darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlanan Albay Talat Aydemir'den esinlendiğini söyledi. Oğul Aydın Menderes'i arayarak 'Yanlış anlaşıldım, çok üzüldüm' dediği basına yansıdı. Bir siyasi liderin Menderes'in idamını hatırlatması yadırganmıştı. Baykal, hatasını düzeltti.
Ancak bir yanlış daha var. Aydemir olayı, siyasetçilere hatırlatılacak örnek değil. Siyasi bir olay değil çünkü. Mahiyeti bambaşka.
Doğrusu ben Baykal'ın mesajını anlamakta zorlandım. Bir iki gündür düşünüyorum; acaba Talat Aydemir'in idamından siyasi kadrolar mı ders çıkarmalı yoksa darbe heveslileri mi? Asıl soru bu. Merak ettiğim, CHP liderinin Aydemir'i niye hatırladığı... Başörtüsüne özgürlük sağlayan anayasa değişikliğinin düğmesine basan Başbakan Erdoğan'la Talat Aydemir'in cunta faaliyetleri arasında nasıl bir bağ kurulabilir? Biri iflah olmaz bir darbeci, diğeri halka yaslanan bir siyasetçi... Her iki olay arasında bir ilişki kurmakta zorlanıyorum.
Neyse, Baykal'ın Aydemir'i hatırlatması iyi oldu. Bugünlerde Talat Aydemir'den ders çıkarması gerekenler var. Ve sayıları da hiç az değil. Aradan geçen onca yıla ve kat edilen demokratik mesafeye rağmen içlerindeki darbe ateşi bir türlü sönmeyenlerin, yakın tarihin bu kara sayfalarını bir daha okumaları gerekir. Gazete sayfalarına her gün darbe çığırtkanlığı yapan yeni bir haber düşüyor. İşte onlardan biri... Dün Bugün'ün manşetiydi. İstanbul'da bir panel. Çok tanıdık bir isim. Darbe planları deşifre olan eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur başrolde. İçlerinden biri, askerî darbeden söz ediyor ve lafı hiç eğip bükmeden açıkça, 'Bazı durumlarda hukukun askıya alınmasının zararı yoktur. Ülke zora düştüğü zaman hukuk dışına da çıkılabilir.' diyor. Peki CHP liderinin hatırlattığı Talat Aydemir kimdi? Neden idam edildi? Harp Okulu'nun komutanıydı. 27 Mayıs'ı yapan asker, bir yıl sonraki 1961 seçimlerinden hoşnut kalmadı. Demokrat Parti kapatılmasına rağmen devamı niteliğindeki AP ve YTP seçimi kazandı. Darbecilerin açık destek verdiği İsmet İnönü'nün liderliğindeki CHP kaybetti. 1962'de cunta faaliyetlerine girişen Albay Talat Aydemir, bir grup arkadaşıyla darbe girişiminde bulundu. Ancak başaramadı. Emekli edildi, güç bela ekibiyle birlikte ordudan uzaklaştırıldı. Rahat durmadı. Bir yıl sonra yeniden sahneye çıktı. Harp Okulu'nda karargah kurdular ve öğrencileri harekete geçirdiler. Parola 'Harbiyeli aldanmaz' idi. Aydemir'in yönlendirdiği öğrenciler, Ankara Radyosu'nu ele geçirdi. Ertesi gün bazı gazeteler 'Kahraman Albay' manşetiyle çıkar. Darbeci Binbaşı Fethi Gürcan, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı'na hakim oldu. Köşk'te Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, hükümeti AP ile kuran Başbakan İsmet İnönü bazı bakanlarla toplantı halindeydi.
Darbenin başı Aydemir, Gürcan'ın 'Ne yapayım?' sorusuna tereddüt içinde 'Bırak gitsinler' demese işin rengi değişecekti. İnönü'nün, dışarıya çıkarken Gürcan'a dönerek, 'Talat'a söyle, şimdi kaybetti' dediği söylenir. Aydemir'in bildirilerinin yayınlandığı radyoda 'Meclis'in feshedildiği, partilerin kapatıldığı, idareye el konulduğu, ülke genelinde sıkıyönetim ilan edildiği' duyuruldu. Başkentte yer yer çatışmalar çıktı. Aralarında ölenler ve yaralananlar oldu. Özellikle İnönü'nün kıvrak manevraları sonucu ihtilal girişimi kısa sürede bastırıldı. İnönü, Aydemir cuntasını 'Talat'ın üç buçuk adamı' diye niteledi. Darbeciler Ankara'da kurulan sıkıyönetim mahkemesinde yargılandı, idama mahkum olanlardan Talat Aydemir ve Fethi Gürcan, son nefeslerini idam sehpasında verdi.
Baykal'ın hatırlattığı idam sehpası işte bu... Bugün Aydemir olayından çıkarılacak çok ama çok dersler var. Dersin kimlere olduğu açık. Şüphesiz siyasetçiye bakan yönleri de var olayın. İsmet İnönü'nün dirayeti ve darbe girişimini bertaraf eden manevralarından da ders alınmalı.
27 Mayıs 50. Yılında Masaya Yatırılıyor
İki günlük sempozyumun açılışında konuşan Prof. Dr. Tunçay "27 Mayıs'la askeriye devlet yönetiminde kalıcı hale geldi" dedi. Sempozyumun ilk gününde herkesin temennisi ortaktı: "Türkiye bir daha darbe görmesin..."
Berivan TAPAN
berivan@bianet.org
İstanbul - BİA Haber Merkezi
21 Mayıs 2010, Cuma
Heinrich Böll Stıftung Derneği Türkiye Temsilciliği, Habervesaire ve Helsinki Yurttaşlar Derneği'nce düzenlenen "27 Mayıs Darbesinin 50. Yıldönümü ve Türkiye Siyasetine Etkileri" başlıklı sempozyum Harbiye'deki İstanbul Kongre Merkezi'nde başladı. Sempozyum yarın 10.00-19.00 arasında devam edecek.
Sempozyumu açan İstanbul Bilgi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi'nden Prof. Dr. Mete Tunçay konuşmasında "darbe geleneği"nin 1960 ile başlamadığını belirterek, "Osmanlıda da yeniçerilerin siyasete müdahalesini biliyoruz. Darbeler, müdahaleler Ergenekon ile de başlamadı. Bunun bir gelenek haline geldiğini görüyoruz" dedi.
1960'a gelene kadar Demokrat Parti (DP) hükümetinin kalkınma hamleleriyle anımsandığını ifade eden Tunçay, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Ama bugün biliyoruz ki DP hükümeti daha sonraki yıllarda çaresiz kaldı ve kısmen Amerika'dan kısmen de Rusya'dan yardım aldı. Menderes, II. Abdülhamid'in yaptığı hatayı yaptı. II. Abdülhamid de orduya yatırım için Almanlardan yardım almıştı. Ama bu hatayı Atatürk yapmadı."
Tunçay, 1960 darbesine giden sürecin kendisi için farklı bir anlamı olduğunu söyledi:
"O dönem DP Yozgat milletvekilinin kızıyla yeni evlenmiştim. Ben o sıra babasına da DP'li olduğu için tavırlıydım. [Yassıada Mahkeme Başkanı] Salim Başol da o sıralar kayınpederimin evine gidip geliyordu."
27 Mayıs darbesinin daha çok "korporatif" niteliği olduğunu söyleyen Tunçay, "Darbeyi yapanlar biraz acemiydi. Çünkü bir hiyerarşiyle yapılmadı. Çeşitli rütbelerden insanların bir araya geldiği bir fikirlerin özgürce savunulduğu bir Kurucu Meclis vardı. 27 Mayıs ile beraber artık askeriye devlet yönetiminde kalıcı hale geldi. Darbeye 'Evet' diyen üniversite hocalarının sayesinde de daha sonra Yassıada Mahkemeleri kuruldu" diye konuştu.
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden Prof. Dr. Ali Ülkü Azrak da "27 Mayıs Askeri Müdahalesi ve 1961 Anayasasının Hazırlanış Süreçleri" başlıklı konuşmasında "1961 Anayasası taslağında tiyatro gibi bazı kurumların özerk olması kuralı vardı. Ama kabul edilen anayasada taslaktaki bu ifade yer almadı. Bunu gibi taslaktaki birçok şey anayasaya alınmadı" dedi.
Darbenin ardından üniversitelerin öğretim üyelerinin birbirlerini "jurnallediği" bir dönem yaşandığını ifade eden Azrak, "147'ler olayı olarak bildiğimiz bu olay nedeniyle bazı hocalar kürsülerini kaybetti. Sıdık Sami Onar bu nedenle istifa etti. İstifasını açıkladığı gün ben de odasındaydım. Yakın bir arkadaşı onu istifadan vazgeçirmeye çalışıyordu. Ama vazgeçmedi" dedi.
Azrak, 1961 anayasası için "bir üst yapı düzenlemesi" değerlendirmesinde bulundu.
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden Prof. Dr. Osman Doğru, "27 Mayıs Yargısı" başlıklı konuşmasında, darbe öncesi çok sayıda hukukçunun ve savcının tasfiye edildiğini söyledi:
"O dönem Danıştay üyelerinin yarısı emekliye sevk edilmişti. DP'nin görevine son verdiği bu hakimlerin darbenin ardından geri getirilmesi istendiğinde ihtilalin Adalet Bakanı, 'İyi ki uzaklaştırıldılar. Çünkü onlar el etek öperek bir yerlere gelmişlerdi' diyor. Yani DP'nin bu hakimleri tasfiye etmesini darbe yapıcılar da onaylıyor."
Doğru, o döneme dair "Yassıada mahkemelerinin hukuki kriterlere uygun olup olmadığı" tartışmasına ilişkin ise şunları söyledi:
"Yassıada mahkemelerine 'mahkeme' diyemeyiz. Çünkü hukuki kriterlere göre karar vermemişlerdir."
İlk oturumun moderatörlüğünü yapan İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden Prof. Dr. Turgut Tarhanlı da Yassıada mahkemelerini izlemek üzere vapura bindirilen kişilere verilen ve içerisinde Yassıada mahkemelerinin neden kurulmak durumunda olduğu, darbenin gerekçelerinin özetlendiği 'Yassıada broşürlerini' salondakilere gösterdi.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden Prof. Dr. Serap Yazıcı da "27 Mayıs Müdahalesinin Türkiye'nin Hukuk ve Siyasi düzenine etkisi" başlıklı konuşmasında şunları söyledi:
"Anayasa yapım sürecinde seçmen kitlesinin yüzde 40'ına sahip olan DP bu anayasa sürecinden dışlanmıştır. Çünkü Anayasa yüzde 61 evet oyuyla kabul edildi. Demokratik bir görüntü içerisinde aslında çok otoriter bir yapıydı. Milli Güvenlik Kurumu (MGK) ilk defa 1961 Anayasası ile kurulmuştur."
"27 Mayıs'tan bu yana 'anormal' olanı 'normal' gören zihinsel ve kurumsal bir miras devralınmıştır."(BT)
27 Mayıs Darbesinin 50. Yıldönümü
27 Mayıs Batıda Coşkuyla, Doğuda Korkuyla Karşılanmıştı
"27 Mayıs Darbesinin 50. Yıldönümü ve Türkiye Siyasetine Etkileri" sempozyumunun ikinci günü “Kurumlar ve Kimlikler” adlı panelde Prof. Dr. Mete Tunçay, Prof. Dr. Murat Belge, gazeteci-yazar Tarık Ziya Ekinci, Dr. Dilek Güven ve gazeteci Nadire Mater konuştu.
Çiçek TAHAOĞLU
İstanbul - BİA Haber Merkezi
23 Mayıs 2010, Pazar
• 27 Mayıs Darbesinin 50. Yıldönümü: “Bugünkü Vesayet Rejiminin Temeli 1961 Anayasası İle Atıldı”
"27 Mayıs Darbesinin 50. Yıldönümü ve Türkiye Siyasetine Etkileri" başlıklı sempozyum bugün Harbiye'deki İstanbul Kongre Merkezi'nde devam etti. Heinrich Böll Stıftung Derneği Türkiye Temsilciliği, Habervesaire ve Helsinki Yurttaşlar Derneği işbirliğiyle düzenlenen sempozyumun ikinci gününde 27 Mayıs Darbesi sürecinde kurumlar ve kimlikler tartışıldı.
Panelin moderatörlüğünü yapan Nadire Mater, "bizim özgürlükçü bulduğumuz anayasanın, kendini Türklüğün içinde tanımlamayanlar için o kadar da özgürlükçü olmadığını darbenin 30. yılında kavramaya başladık" dedi.
Üniversite ve solun darbeyle imtihanı
Prof. Dr. Mete Tunçay "27 Mayıs ve üniversite hakkında söyleyeceğim iki şey var: üniversiteden 1960 güzünde yapılan tenkisat, ve üniversite hocalarının toplumdaki yeri" dedi. "Üniversiteler insanları eleştirel düşündürmek için kurulmuş kurumlardır. Ama kurulduğu günden beri çeşitli iktidarlar tarafından üniversitelerden beklenen iktidara eleştirel yaklaşılması değil, övmesiydi" diye konuştu.
Prof. Dr. Murat Belge, solun 27 Mayıs sürecinde kendini nasıl konumlandırdığına değindi. "Sol, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesini bir karşı devrim olarak nitelendirdi ve DP'ye beslediği muhalefet duygularıyla da bu darbeyi destekledi" diyen Belge şöyle devam etti:
"Olan bir olay insanların zihnini, bakış açısını etkiler. Bu anlamda 27 Mayıs onu izleyen dönemde solcuların zihninde bir model oluşturdu. Bu yarım kalmış bir devrim olarak görülürken, sosyalist strateji 27 Mayıs'ın devamını öngören bir zihniyete girdi. Bu Türk solunun kemalizmle ilişkisinin de bir sonucuydu. Sol her zaman kurulu düzen tarafından sakıncalı sayılır. Dolayısıyla kendine bir korunak bulması gerekir. Türkiye'de de bu şemsiye her zaman kemalist milliyetçilik oldu."
"27 Mayıs batıda coşkuyla, doğuda korkuyla karşılandı"
Gazeteci-yazar Tarık Ziya Ekinci 27 Mayıs'ın Kürt toplumunda nasıl yaşandığını anlattı. "Darbeden sonra batıda CHP öncülüğünde bir bayram havası vardı. Doğuda ise tam aksine korku, endişe ve telaş vardı. 27 Mayıs'ta 49'lar adlı Kürt bir grup dışında cezaevlerindeki tüm siyasi mahkumlar çıkarıldı. Bu Kürtlere gelen ilk darbeydi. İkincisi ise, Milli Birlik Komitesi'nin 550 Kürt aydın ve ağalarının topluma interne edilmesi kararını alması oldu. Aralarından 55 kişi hakkında sürgün kararı alındı ve batı illerinde ikamet etmeye mecbur tutuldular."
Dr. Dilek Güven darbe döneminde Rum, Ermeni ve Yahudilerin yaşadıklarına değindi. Güven, "Gayrimüslümler politik elitler tarafından hep bir tehdit olarak görülmüşlerdir. Bunun asıl amacı etnik olarak homojen bir ulus yaratmaktır, bir de sermayeyi Türkleştirmek. Ancak 1945-50 arasına baktığımızda, gayrimüslümlere karşı ayrımcı uygulamalarda bir azalma var. Bunu da Demokrat Parti'nin kurulmasıyla azınlıkların, sempatisi kazanılması gereken seçmenlere dönüşmesiyle açıklayabiliriz. Ama 1954'e doğru, DP'nin tutumunun CHP'den farklı olmadığı ortaya çıkıyor. Zaten DP raporlarında da, yaptıkları açılımın 'batıyı yatıştırmak için olduğu' ifadesine rastlıyoruz" diye konuştu.(ÇT)
27 Mayısa Giden Süreci Tanıklar Anlatıyor
28 Nisan 1960daki gösterilerde polis tarafından öldürülen Turan Emeksiz ve 30 Nisanda hayatını kaybeden Nedim Özpulat 27 Mayıs öncesi öğrenci protestolarının verdiği iki kurbandı. O tarihte öğrenci olanların ifadeleri yakın tarihe ışık tutuyor.
İstanbul - Sosyalizm ve toplumsal mücadeleler ansiklopedisi
27 Mayıs 2006, Cumartesi
27 Mayıs 1960'da olaylar sırasında ölen Harb Okulu son sınıf öğrencisi Ispartalı Teğmen Ali İhsan Kalmaz o gece yaşadıklarını ve hislerini hatıra defterinde şöyle dile getiriyor
"Türk tarihinde yeni bir sayfa başlamak üzere. Saat 22.45'de memleket mukadderatını emin ellere tevdi etmeye hazırlanan, tarihte ikinci defa şerefli bir vazifeye çağrılan Harbiye'nin genç teğmenlerine yirmişer mermi verildi.
Kader gülerse, memlekette yarın, 27 Mayıs 1960 mübarek cuma namazı kalplerde huzur, gönüllerde imanla kılınacak. Hepimiz daha yeni bıyığı terleyen en genç mensupları ile, başta inandığımız kumandanlarımızla şerefli sancağımızı Harb Okulu kulesinden Çankaya sırtlarına taşımaya hazırlanıyoruz.
Harbiyelilerin parolası: İnkilap
Kalbimizde ve bütün benliğimizde en ulvi heyecanlar duyuyoruz. Aldığımız irfan, kahraman Atatürk'ün Harbiye'nin giriş yerinde mermer üzerine değil de, kalbimize hakkettiği gençlik hitabesi. Harbiye'yi taşıyan sütunlar üzerindeki şehit ağabeylerimizden üstün olarak bir mazlum milletin hürriyetini iade etmek için değil, asırlarca hürriyete susamış, hürriyet aşığı aziz Türk halkına huzur getirmeye memur idik.
Parola: İnkılâp. İşareti: El Kaldırma.
Şu anda saatler ilerliyor. Kader gülerse satırlarıma yarın şafakla devam edeceğim. İnandığımız şafak altında yürürken talih gadrine uğrarsak, inanarak öleceğiz. Kalbimizde huzur var. Arkamda kalan anam ve babam ve kardeşlerim müsterih olsunlar. Bugün için doğdum, severek gidiyorum."
28 Nisan 1960'da öğrenci gösterileri sırasında polis tarafından öldürülen Turan Emeksiz ve 30 Nisan'da hayatını kaybeden Nedim Özpulat 27 Mayıs öncesi öğrenci protestolarının verdiği iki kurbandı.
Alp Kuran: sinemada protesto gösterisi
Nisan'ın son günlerinde yoğunlaşan öğrenci olaylarını, Hukuk Fakültesi asistanı Alp Kuran şöyle anlatıyor:
"Hürriyet mücadelesi devam ediyordu. Yakalanmayan, yakalanıp da kışladan subay ve erlerin yardımıyla kaçan arkadaşlar yılmadan çalışıyorlardı. Ben de onlara katıldım. Aralarında bir öğretim üyesi olması, gençlere hız verdi.
Bir gazete çıkarmayı düşündük. Ama bu gerçekleşinceye kadar, elimizdeki üç bin liralık kağıdı parça parça keserek üzerlerine ıstampa ile dikta rejimini lanetleyen sözler yazdık.
27 Mayıs sloganları
'Susmayacağız', 'Katiller cezalandırılmadıkça susmayacağız', 'Şehitlerin kanı üzerine taht kuramazsınız', 'Menderes istifa et' bu sözlerden bir kaçıydı.
22 Mayıs'ta üniversiteli arkadaşlar İstanbul'un 16 sinemasına dağıldılar. Filmlerin en heyecanlı sahneleri perdeye aksettiği an, bu protesto kağıtçıklarını balkondan koltuklara doğru serptiler.
26 Mayıs gecesi yine bu kağıtlardan 40 bin adedi vitrinlere, otomobillere, kapılara yapıştırıldı. Son bir cümle daha eklenmişti bu sözlere: 'Diktatör İstanbul'dan defol!...'
Ancak bu çalışmamızı polis haber almıştı. Kağıtlar gece yarısından önce kazındı. Ertesi gün arkadaşlar 20 sinemaya dağılacaklar, 14.15 matinesine girecekler, saat tam 16.07'de hep bir ağızdan İstiklal Marşı'nı söyleyeceklerdi. Fakat marşımızı sinemada söylemek nasip olmadı. Ordu idareyi ele aldı."
Yüksel Çengel: Polis kılığına girmiş partililer
İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi son sınıf öğrencisi Yüksel Çengel de 28 Nisan olaylarında aktif bir rol üstlenmişti. Çengel şunları anlatıyor:
"Altı arkadaş bir komite kurmuştuk. Bu komitenin her okulda, her sınıfta bir kolu vardı. Ertesi gün, yani 28 Nisan'da üniversitede bir protesto gösterisi düzenlemeğe karar verdik.
İstanbul'daki 63 öğrenci yurdundan 47'sini dolaştık. Toplantıda Türk gençliği adına diktatörlere ilk ihtarı yaptık. O gün polis ve polis kılığına girmiş partililer vurdular, yakaladılar. Bir hafta polis takibinden kurtuldum.
Polis takibi ve yakalanma
4 Mayıs'ta Beyazıt Meydanı'nda arkadaşlarla buluşacaktık. Öğleden sonra üniversite kapısında dolaşırken, bir polisle iki sivilin beni göz hapsine aldıklarını fark ettim. Kaçmalıydım. Sahaflar Çarşısı'na seğirttim. Kapalıçarşı yoluyla Sultanhamamı'na indim. Şöyle bir geriye göz attım. Polis ve iki sivil hâlâ peşimdeydi.
Bir koşuda Sümerbank'ın Bahçekapı mağazasına girdim. Ama onlar da atik davranmışlardı. Polis yanıma yaklaştı ve bana 'hakkında ihbar var' dedi. Önce polis müdürlüğüne götürüldüm. Oradan Harbiye'ye, Harbiye'den de Davutpaşa'ya sevk edildim."
Afife Alemdar: Taba giyme tanırlar
26-27 Nisan öğrenci gösterilerine katılan Sibel Kız Talebe Yurdu'nda kalan genç üniversitelilerden (*) olan Afife Alemdar'ın olaylarla ilgili gözlemleri şöyleydi:
"Üniversite bahçesi yine kaynıyordu, kapılar kapatılmıştı. Beyazıt Meydanına bakan parmaklıkla arasından tankların 'taret'leri, süngü uçları gözüküyordu. Hepimiz Plevne Marşı'nın diktatörlere yazılan sözlerini söylüyorduk.
Birden heykelin yanındaki küme marşı yanda kesti. İkinci bir marşa başladı: "Taba giyme tanırlar, ihtilalci sanırlar".
Nurcan, "asker ateş etmeyecek", diyor
Taba manto giymiş bir genç kız, topluluğun arasına karıştı. Bana sarılıp öptü. Taba mantolu kızın adı Nurcan'dı. Birlikte kaldığımız Sibel Kız Yurdu müdürü Raif Serin'den söz etmeye başladık.
Nurcan önceki gece müdürün kendilerini topladığını ve "çocuklarım, örfi idarenin kararlarını hepiniz biliyorsunuz. Her türlü sorumluluğu üzerime alıyorum. Yurdumuz kapatılmayacaktır. Memleketin her köşesinde her an önemli olaylar olabilir. Bu durumda ben sizi yollara dökemem, sokağa atamam. Hepiniz burada kalacaksınız. Mücadelenize devam edin, yalnız yakalanmayın. Asker size ateş açmayacaktır" dediğini anlattı.
Nurcan'ın anlattığına göre herkesin gözleri sulanmıştı. O gün beş arkadaşımız bir polisi atından atmışlar, gaz bombasını almışlar ve polislere atmışlardı. Şimdi sen anlat dedi.
Polisler bizi yakalayıp birinci şubeye götürdüler dedim. Bizi çatı katında bir odaya attılar. Odada toplanmış gazeteler ve kitaplar vardı. Kitaplardan birini aldım. Adı "Hürriyetin İlanı" idi."
Bilge Gürün: Mitingden konuştum, yakalandım
Bilge Gürgün ise anılarında şunları anlatıyor:
"27 Nisan akşamı bir arkadaşımız geldi ve ertesi gün sesiz bir yürüyüşün yapılacağını söyledi. O gece hiçbirimiz uyumadık. Ertesi gün ilk derse Sencer Bey (Divitçioğlu) girdi. O da durumu biliyordu.
Heyecanlıydı.
Birden dışarıdan gürültüler geldi. İçeriye giren birisi 'ne duruyorsunuz' dedi. Sınıf bir anda karıştı. Herkes kapıya doğru koşmaya başladı. Bu sırada yanıma biri yanaştı ve hükümetin tutumunu beğenip beğenmediğimi sordu. 'Hayır' dedim
ve verdim veriştirdim. Bunun üzerine polis olduğunu ve kendisiyle gelmemi söyledi. Yerimden fırladım ve koridordan kantine kaçtım. Arkadaşlar beni sakladılar.
Polis sorgusu
Mayıs ortalarında Ankara'ya gittim. Başkent kaynıyordu. Bir gece Yenimahalle'de Güler Sakağı'nda bir eve gittim. Havacı bir arkadaşla ve aile dostumuz bir hanımla mitinglerden konuşmaya başladık. Ertesi sabah eve polis g
eldi ve beni Emniyete götürdü.
Müdür Bicioğlu'nun ilk sorusu "Dün gece kiminle beraberdiniz, ne konuştunuz" oldu. Hemen durumu anladım, Aile dostumuz bizi ihbar etmişti. Dön saat sorguya çekildim. Havacı çocuk için çok kötü olacağından her şeyi inkar ettim. Sonra serbest bıraktılar. Bir kaç gün sonra celp geldi. 27 Mayıs'ta
mahkemeye çağrılıyordum".
Ayşe Tümay Baykal: 26 Mayıs gecesi
Bir "yeraltı" komitesinde görevli Tıp Fakültesi 9. sömestr öğrencilerinden Ayşe Tümay Baykal ise darbeden bir gün önceki toplantıyı şöyle anlatıyor:
"26 Mayıs gecesi gene toplanmıştık. 20-30 kişi Beyazıt'ta bir binanın zemin katıydı. Her zaman olduğu gibi BBC, Amerika'nın Sesi radyosunun Türkçe yayınlarını ve öteki yabancı radyoların haber bültenlerini dinledik. Haberlerde bizden bahsediliyordu.
Sevinç içindeydik.
Toplantı sonunda ertesi gün küçük gruplar halinde İstanbul sinemalarına dağılmak, 14.30 matinelerine girmek ve saat tam 16.07'de hep birlikte ayağa kalkarak Plevne Marşı'nı söylemeye karar verdik. Ama aramızda polisler olduğu için gene de korkuyorduk.
Uğur, Toker, Barçın ve Batum
Örneğin 2 Mayıs'ta NATO Konseyi'nin önündeki mitingi polis dağıtmıştı. Biz kaçarken resmi plakalı bir araba durdu ve bizi içine aldı. Aralarından birisi 'bunları bırakalım, bunlar hürriyet istiyorlar' dedi. Merak ettim sordum. Eski polis müdürü Necdet Uğur olduğunu söyledi. Partizan idare onu işinden
uzaklaştırmıştı.
Bir diğeri Belediyede önemli bir görevi olan Turgut Toker'di. Yaralıların kaçırılmasını sağlayan doktorlar, yakalananları salıveren subayları unutmak imkansız. Özellikle Binbaşı Sabahattin Barçın ve E. Batum'a ne kadar teşekkür etsek azdır"*. (AD)
** Bu yazı, İletişim Yayınlarının 1988 yılında sekiz ciltlik halinde çıkarttığı, Ertuğrul Kürkçü'nün yayın yönetmenliğini yaptığı, "Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi"nin 6. cildinden alıntılanmıştır. Sayfa: 1970-1971.
*** Yazıda kullanılan vurgular ve ara başlıklar bianet'e aittir.
TARIK ZİYA EKİNCİ'DEN
27 Mayıs ve Kürtler
CHP'liler ve kimi sol çevreler Türkiye'ye demokrasi getirdiği savıyla 27 Mayıs'a ve onun anayasasına yıllarca övgüler düzdüler. Oysa, 27 Mayıs Anayasası demokratik nitelikte kimi biçimsel yeniliklerine karşın özünde militarist bir rejim inşa etmişti.
Tarık Ziya EKİNCİ
İstanbul - BİA Haber Merkezi
24 Mayıs 2010, Pazartesi
27 Mayıs Askeri Darbesi Türkiye'nin Batısında ve Doğusunda farklı şekilde karşılandı. Batı'da Demokrat Partililerin (DP) suskunluğuna karşın, CHP'nin öncülüğünde ve kimi aydınların desteklediği bir bayram havası içinde karşılandı.
Oysa Doğu'da yıllarca devlet-ordu baskısını yaşayan halkın tümü 27 Mayıs Darbesi'ni korku ve endişeyle karşıladı. Kürtlerin 27 Mayıs'ta yaşadıkları korkulu günleri ve darbe sürecinde atlattıkları tehlikeleri anlayabilmek için Cumhuriyetin ilk yıllarına ve tek parti döneminin uygulamalarına kısaca değinmek gerekir.
Mustafa Kemal'in iğvasına kapılan Kürt feodalleri Kurtuluştan sonra özerk konumlarının devam edeceğine inanmışlardı. Oysa Saltanatın ilgası, Cumhuriyetin kurulması, Hilafetin kaldırılması, medreselerin yerine devlet okullarının ikamesi Kürt feodalleri için özerkliğin sonu olmuştu. Feodaller bu akıbetin farkına varıp direnişe geçince öncülük ettikleri köylü yığınlarıyla birlikte ağır bedeller ödediler.
Cumhuriyetin ilanını takiben ilk olarak 1925'te Şeyh Sait Ayaklanması, 1936'da Ağrı Direnişi ve 1937-38'de Dersim Tedip ve Tenkil Olayları yaşandı. Başkaldırılar, yakmalar, yıkmalar, yerinde infazlar ve yığınsal sürgünlerle ağır şekilde bastırıldı.
Örneğin, yüz civarında uçağın ve 100 bine yakın askerin katıldığı Ağrı Direniş sürecinde yalnız Zilan Deresi'nde iki bin cesedin üst üste yığılı olduğu o günü yaşayanların naklettiği acılı bir manzaradır.
Tek parti döneminde Şark Islahat Planı, Takriri Sükun Kanunu ve Mecburi İskan Kanunu gibi yasal önlemler alınarak ordu korkusuna dayanan yoğun bir devlet terörü estirildi. Bölgede 1950'ye kadar devam eden bir mezar sessizliği hakim oldu. Fırat'ın doğusu yasak bölge ilan edildi. Eski Başbakanlardan Ferit Melen o yılları şu sözlerle tanımlıyor:
"...Devletin söylenmeyen politikası (Kürtler) 'zenginleşmesinler, okumasınlar' şeklindeydi. Örneğin, yüksek rütbelere pek çıkmazlar, devlet dairelerinde belli bir düzeyin üstüne katiyen ulaşamazlardı. (...) 1950'lere kadar büyük bir baskı dönemi yaşandı. Jandarma kimseye gözünü açtırmazdı. Onların her şeyi jandarma onbaşısıydı. Zaten Güneydoğu Anadolu 'memnu bölge' durumuna getirilmişti. Kimseler gitmez, kimseler geçmezdi."1
27 Mayıs askeri darbesine karşı Kürtlerin ilk tepkileri
27 Mayıs günü, 25 yıl boyunca büyük acılar çeken Kürtler, tek parti döneminin sürgün ve baskı politikalarının geri geleceği endişesine kapıldılar. 27 Mayıs Hareketi Kürtler tarafından büyük korku ve panik içinde karşılandı. Çünkü, halk askeri darbelerin söylenmeyen gerekçesinin Kürt sorunu olduğunu biliyordu.
Türkiye'de ne zaman bir askeri darbe olsa ya da sıkıyönetim ilan edilse okkanın altına giden hep Kürtler olmuştur. Nitekim, darbeyi izleyen aylarda oluşturulan Milli Birlik Komitesi'nin (MBK) Kürtleri hedef alan uygulamaları, aldığı kararlar ve Kürtler için öngördüğü önlemler bölgede yaşanan korku ve tedirginliğin haklı nedenlere dayandığını açıklıkla ortaya koyuyordu.
Milli Birlik Komitesi'nin (MBK) attığı ilk adımda Kürt düşmanlığı ortaya çıkmıştı. Nitekim, 27 Mayısçılar demokrasi dışına çıktığı söylenen DP'yi tasfiye etmek ve demokrasiyi inşa etmek için darbe yaptıklarını öne sürmüşlerdi. Darbeden hemen sonra siyasi tutukluların tümünü serbest bırakarak bir iyi niyet gösterisinde bulundular. Buna karşılık Menderes hükümetinin Kürtçülük komplosuyla tutukladığı 49 Kürt öğrenci ve aydınları tahliye edilmedi. Harbiye tabutluklarında işkence altında acılı yaşamlarını sürdürdüler.
27 Mayıs darbecileri, her kargaşada olduğu gibi darbenin söylenmeyen gerekçesi olarak Kürtçülük tehlikesinin varlığını düşünüyorlardı. Nitekim, MBK'nın yaptığı ilk icraatlardan biri, Kürtçülük yaptıkları iddiasıyla 550 Kürt ağa ve aydınını hiçbir gerekçe göstermeden ve mahkeme kararı olmadan Sivas'ta bir kampta enterne etmek oldu.
Bu uygulamanın hiçbir zaman kanıtlanmayan resmi gerekçesi, yakalananların 27 Mayıs Hareketi'ne karşı örgütlü bir ayaklanma başlatacakları iddiasıydı. Nitekim, herhangi bir soruşturma ya da yargılama yapılmadan bunlardan 495'i altı ay sonra serbest bırakıldı.
Kalan 55 kişi de MBK'nın çıkardığı bir kanunla Kürtçülük suçlamasıyla Batı illerine sürüldü. Anılan sürgün yasası ancak dört yıl sonra 1964'te Üçüncü İnönü Hükümeti döneminde koalisyon ortağı Yeni Türkiye Partisi'nin (YTP) dayatmasıyla kaldırılabildi.
27 Mayısçılar ayrıca, Kürtleri asimile etmek için ret ve inkar politikasını benimsediler. Başta Devlet Başkanı Cemal Gürsel olmak üzere MBK üyeleri Doğu illerinde sık sık geziler yapıyor ve halka hitap ederken "sizler öz ve öz Türksünüz, Kürtlüğü kabul etmeyin, reddedin! Size Kürt diyenlerin yüzüne tükürün" tarzında açıklamalar yapıyorlardı.
Ülkü Kültür Birliği -bir faşist örgütlenme girişimi
27 Mayıs Askeri Darbesi'nin Kürtleri ve demokratik rejimi hedef alan ama uygulanması son anda engellenen en önemli girişimlerinden birisi Ülkü Kültür Birliği projesiydi.
MBK üyeleri arasında bir düşünce birliği mevcut değildi. Komitede dışarıdan desteklenen farklı siyasal eğilimde iki grup vardı. Bu gruplardan biri seçim yanlısı >Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) etkisi altındaydı. Biran evvel demokrasiye geçmeyi istiyorlardı. Bunlar 'Demokrasi Grubu' olarak anılıyordu. Diğeri de başını Alparslan Türkeş'in çektiği 'Milliyetçiler Grubu' idi. Bunların da üniversitelerde ve basında yandaşları vardı. Keza bunlar, ülkede uzun yıllar kalacak köklü reformlar yapılmadan seçimlere gedilmesini ve iktidarın seçimle gelecek siyasi partilere bırakılmasını istemiyorlardı.
Milliyetçiler Grubu bakanlık yetkilerine sahip bir 'Ülkü Kültür Birliği Genel Müdürlüğü' kurmak istiyordu. Amaçları, Alparslan Türkeş'in hazırladığı Ülkü Kültür Birliği programını komiteden geçirip kanunlaştırmaktı.
Projeye göre, Ülkü Kültür Birliği Genel Müdürlüğü'nün yönetilmesi için sivil yargı, Genelkurmay, askeri yargı ve rektörlerden oluşan bir komitenin saptayacağı üç aday Cumhurbaşkanına sunulacak ve bunlardan biri Genel Sekreter olarak atanacaktı.
Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğü, Basın Yayın Genel Müdürlüğü ile Devlet Radyosu Genel Müdürlüğü vb., kurumlar bu Genel Sekreterliğin çatısı altında toplanacaktı. Korporatif bir yapılanma olan Ülkü Kültür Birliği Genel Müdürlüğü orduyla irtibatlı bir örgütlenme olacaktı.
Birliğin söylenmeyen temel politikası, ülkede faşist ideolojiyi egemen kılmak ve Kürtleri topyekun asimile etmek ya da Kürt sorununu uygun bir yöntemle köktenci biçimde çözmekti. Bu örgütün resmi belgedeki amaçları ve eylem planı şöyleydi:
o Birlik, zararlı ideolojiler, yurtdışındaki Türkler, köylüler, işçiler, ordu vb. 11 alan/kesimle ilgili daireler şeklinde örgütlenecek ve etkinlik gösterecektir.
-Birlik, ulusun kültürünü arttıracak, ilerici ve medeni bir Türk ulusu oluşturacak şekilde bütün enerjisiyle belli meseleler üzerinde çalışmayı görev olarak benimseyecek. ("Belli meseleler üzerinde çalışma" ifadesi, Türkiye'de Türkçülüğü ve faşist düşünceyi egemen kılmak, Kürt sorununu ortadan kaldırmak ve her türlü ilerici düşünceyi yasaklama biçiminde okunmalıdır. TZE)
-Ulusu tembellikten, gerilikten kurtarmak, baskı ve müdahalelerden uzak gerekli bütün tedbirleri almak olacaktır. (Bunu da, zorunlu çalışma yönteminin kullanılacağı biçiminde anlamak gerekir. TZE)
O dönemde CHP Diyarbakır İl Yönetim Kurulu Sekreteri olarak aktif siyaset yapıyordum. Arkadaşlarımla birlikte basına yansıyan bu girişimden büyük rahatsızlık duymaya başladık.
Ülkü Kültür Birliği programıyla Kürtler üzerinde baskı kurulacağından ve asimilasyoncu bir terör politikası uygulanacağından endişe ediyorduk. Bu örgütlenmeyle faşist bir diktatörlüğün ön hazırlığı yapıldığı inancındaydık. Birliğin amaçları, CHP Diyarbakır İl Örgütü'nün endişelerini haklı çıkaracak nitelikteydi.
İl Başkanımıza konunun İl Yönetim Kurulu'nda görüşülmesini ve endişelerimizi belirtecek bir kararın Genel Merkez'e iletilmesini önerdim. Endişelerimizi belirten karar metni merkeze iletildikten kısa bir süre sonra CHP Genel Merkez'i projeye karşı tepki vermeye başladı.
CHP'de de, Ülkü Kültür Birliği projesinin yaşama geçirilmesiyle seçimlerin geciktirileceği ve MBK'nın faşist bir diktatörlüğe dönüşeceği endişesi açıkça egemen olmuştu. İnönü'nün önerisiyle Ulus Gazetesi'nde Ülkü Kültür Birliği aleyhine bir kampanya başlatıldı.
CHP'ye yakın üniversite gençliği ve aydınlar da tepkilerini ortaya koydular. Özellikle CHP'nin açık tavır alması ve kamuoyunda yaygınlaşan tepkiler karşısında tasarının komitede ele alınmasından vazgeçildi. Böylece, Türkiye büyük bir badireden kurtulmuş oldu.
14'lerin tasfiyesi ve faşizm tehlikesinin önlenmesi
Ülkü Kültür Birliği girişimi ve buna karşı gösterilen tepkiler MBK'daki görüş ayrılıklarını aleniyete çıkardı. Artık herkes MBK'nın ortak bir politikaya sahip olmadığını ve varolan gruplar arasında sürekli bir tartışma olduğunu öğrenmişti.
Devlet Başkanı Gürsel, "gruplar arasındaki tartışmalar toplantılarımızı bir savaş alanına dönüştürmüştü. Bir sorunu tartışarak karar almak imkansız hale gelmişti. Yeni bir düzenleme şarttı" diyerek komitedeki görüş ayrılıklarını sonradan ortaya koydu.
Komitedeki çalkantıları yakından izleyen CHP yöneticileri seçimlerin yapılmayacağı endişesindeydi.
Duruma müdahale ederek seçimlerin biran evvel yapılması girişimini başlattı. Bunun için İnönü, demokrasiden yana olan komite üyelerini eski milletvekilleri, tanınmış gazeteciler ve bürokratlar aracılığıyla sürekli telkin altında tutarak biran evvel seçime gitmelerini sağlamaya çalıştı.
Çalışmalar etkili oldu. Önce, Devlet Başkanı Gürsel, komitede etkin bir konumda bulunan Alparslan Türkeş'in Başbakanlık Müsteşarlığı'ndan ayrılmasını sağladı. Bu karara meşruiyet sağlamak için komite üyeliği yanında ikinci görevleri olan diğer üyeler de ek görevlerini bırakmak zorunda kaldılar.
Çatışma halindeki bu iki gruptan birinin diğerini tasfiye etmesi kaçınılmazdı. Başka türlü MBK'nın görev yapması, karar alması ve toplumu selamete çıkarması mümkün değildi. Bu çatışmada elini çabuk tutan grup başarı sağlayacaktı. Nihayet, Gürsel'in başkanlığındaki çoğunluk grubu, büyük bir ihtimalle İnönü'nün de bilgisi tahtında, 14'ler diye adlandırılan Türkeş'in başkanlığındaki radikal grubu gafil avlayarak 13 Kasım 1960 sabahı erkenden toplayarak etkisiz hale getirdi.
Bunların MBK'daki görevlerine son verildi ve her biri ayrı bir ülkeye gönderilerek pasifize edildi. Ülkeye dönmeleri yasaklandı. Gönderildikleri yabancı ülkelerdeki elçiliklerde müşavir konumunda oldukları için memur statüsüne sahiptiler. Maaşlı sürgün muamelesi görüyorlardı.
Yeni anayasanın kabul edilmesi, siyasi partilerin kurulması ve 1961 seçimlerinin yapılmasından sonraki 1963 tarihli koalisyon hükümeti döneminde sürgün yaşamları sona erdi. Ülkeye dönen eski MBK üyeleri arasında bir bağlantı kalmamıştı. Bir bölümü Alparslan Türkeş'in Genel Başkanlığı'na seçildiği Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'ne (CKMP) katıldılar. Diğerleri de çoğunluğu CHP'de olmak üzere başka partilerde aktif siyasete girdiler.
MBK'nın "Kürt Raporu"
27 Mayıs Darbesi'yle birlikte korku ve tedirginlik içine giren Kürt halkı arasında, İttihat-Terakki'nin sürgün kararnamesi, Cumhuriyet döneminin Şark Islahat Planı ya da Mecburi İskan Kanunu'na benzer yeni bir mevzuat çerçevesinde toplu sürgünler yapılacağı söylentileri yaygındı.
Nitekim, uzun yıllar sonra Ecevit'in özel belgeleri üzerinde çalışmalar yapan gazeteciler Can Dündar ve Rıdvan Akar tarafından bulunarak kamuoyuna açıklanan bir rapor bu endişeyi doğruluyordu. Bulunan belgeden anlaşıldığına göre MBK tarafından Devlet Planlama Teşkilatı içinde, uzmanlardan oluşan ayrı bir 'DOĞU GRUBU' kurulmuştu.
Bu grup Kürtlerin nasıl asimile edileceğine ilişkin yol ve yöntemleri gösteren bir rapor hazırlamış ve kanunlaşması için MBK'ya göndermişti. Ancak, seçimler yaklaştığından raporun kanunlaşması için zaman kalmamıştı. Uygulanması bütçe olanaklarını zorlayan ve süreklilik isteyen bu planın seçimlerden sonra kurulacak hükümete bırakılması uygun görülmüş ve I. İnönü Hükümeti'ne havale edilmiştir.
Doğu Grubu'nun hazırladığı Kürt raporu büyük ölçüde Şark Islahat Planı ile Mecburi İskan Kanunu'nun hükümlerini içermektedir. MBK'nın Kürtleri asimile etmek için hazırlattığı rapor, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında aynı amaçlı hazırlanan mevzuatın 1960 dönemi koşullarına uyarlanan bir versiyonu niteliğindedir. Raporun kapsadığı hükümler şöyledir:
- Bölgenin kendisini Kürt sananların nüfus strüktürü Türkler lehine değiştirilecek,
-Bunun için Karadeniz sahilindeki fazla nüfusla, yurtdışından gelen Türkler bu bölgeye yerleştirilecek,
- Bölgede kendilerini Kürt sananlar bölge dışına göç ettirilecek (sürgün edilecek TZE),
-Göç ettirilenler Türk çoğunluğun bulunduğu yerlere yerleştirilecek,
- Kendilerini Kürt sananların kamusal alanda, çarşıda, pazarda ve topluluklar içinde kendi dillerinde konuşmaları yasaklanacak,
- Türkiye'de kendilerini Kürt sananlar ile İran ve Irak'taki Kürtlerin irtibatını kesmek için bölge iskan sahalarına ayrılacak (eski Umumi Müfettişlikler benzeri uygulama amaçlanıyor TZE),
- Bölge okulları, köy okulları ve meslek okulları aracılığıyla kız ve erkek misyonerler yetiştirilecek,
- Dünya entelektüel muhitine Türkiye'de bir Kürt meselesi olmadığı anlatılacak,
- Bir üniversiteye bağlı Türkoloji Enstitüsü kurulacak ve kendilerini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğu ispatlanarak yayınlanacak,
- İslam Ansiklopedisi'ndeki Kürt maddesi tashih edilerek Kürtlerin dağlı Türkler olduğu yazılacak,
- Bölge halkından kabiliyetli ve küçükken asimle edilen gençlere yüksek tahsil imkanı sağlanacak,
- Kürtlere ırk bakımından Türk siyasal düzeninin en elverişli, en emin, en çok imkan sağlayan bir düzen olduğunu telkin eden (radyo vb., araçlarla) yayınlar yapılacak,
- Doğuya atanan memurların 6 seneden fazla aynı görevde kalmaları önlenecek (asimle olma ihtimalleri düşünülmüş olmalı TZE),
14'lerin tasfiye edilmesi ve askeri yönetimin sürekli ya da uzun vadeli bir yönetime dönüştürülememiş olması başta Kürtler olmak üzere tüm Türkiye için bir şanstı. Aksi halde, Türkiye'de 'Ülkü Kültür Birliği' ve Kürtlerin radikal önlemlerle asimile edilmesi projeleri uygulanacak ve ülkede kalıcı bir faşist yönetim kurulacaktı.
CHP'nin müdahalesi ya da MBK'daki görüş ayrılığından kaynaklanan nedenlerle komitenin bölünmesi ve biran evvel seçimlerin yapılması Türkiye'nin kalıcı bir faşizmden kurtulması açısından yararlı olmuştur.
27 Mayıs ve İhbarcılık
27 Mayıs sürecinde bölgede kapitalizmin başat üretim biçimi olmasına karşın, feodal değer yargıları devam etmekteydi. Rekabet içindeki toprak ağaları ekonomik güçlerini siyasal güçle takviye etmek amacıyla karşılıklı olarak DP ve CHP'de örgütlenmişlerdi.
DP'nin iktidar yıllarında DP'li ağalar CHP yandaşlarına baskı yapıyor ve devlet olanaklarından yararlanmalarını engelliyorlardı. 27 Mayıs'ta ise bu kez CHP'liler kapatılan DP mensuplarından intikam almak için ihbarcılığa giriştiler.
Hasımlarını müfrit DP'li ya da MBK'ya karşı ayaklanma hazırlığı içinde olmakla suçlayarak şikayet ediyorlardı. Sivas'ta enterne edilen 550 Kürt'ün bir bölümünün bu ihbarlara dayanarak gözaltına alındıkları söylentileri yaygındı. Diyarbakır'da da bu eğilimde olan CHP sempatizanları vardı. Bunu sezinleyerek ilk günden itibaren önlem almanın gerekli olduğuna inandık.
27 Mayıs'ta radyodan askeri darbenin yapıldığını öğrendiğim anda CHP İl Yönetim Kurulu'nu acil olarak toplantıya çağırdım. Her türlü ihbarın karşısında olduğumuzu karara bağladık. Bu karar doğrultusunda önlem almak için ilçe örgütlerimizi yazılı olarak uyardık.
Ayrıca, İl Başkanımızın Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Danyal Yurdatapan'la görüşerek bölgenin özelliğini anlatması ve yapılacak ihbarlara itibar edilmemesini hatırlatması da saptadığımız önlemler arasındaydı. İl Başkanımız bu görevi yerine getirdi.
Böylece Diyarbakır'da muhtemel ihbarların önüne geçebildik. Buna karşın MBK'ya resmen yapılan kimi ihbarlar sonunda müfrit DP'li oldukları gerekçesiyle Diyarbakır'da sadece 3 kişi yakalanarak Sivas'ta 6 ay kampta tutuldu. Sonradan suçsuz bulunarak serbest bırakıldılar.
27 Mayıs Anayasası ve Demokrasi
Başta CHP'liler olmak üzere kimi sol çevreler Türkiye'ye demokrasi getirdiği savıyla 27 Mayıs rejimine ve onun anayasasına yıllarca övgüler düzdüler. Oysa, 27 Mayıs Anayasası demokratik nitelikte kimi biçimsel yenilikler getirmiş olmakla birlikte özünde militarist bir rejim inşa etmişti.
Türkiye'de birbirini izleyen askeri darbelere hukuksal zemin hazırlamıştı. Bu anayasanın oluşturduğu Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ve bu kurulun genel sekreterliği orduyu rejime yön veren en üst devlet organı haline getirmiştir.
Keza bu anayasa daha önce Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı olan Genelkurmay Başkanını sadece Başbakana karşı sorumlu olan, ama ona bağlı olmayan, özerk bir konuma getirmiştir. Böylece ordunun ve Genelkurmay başkanlarının sivil hükümetlerin her türlü tasarrufuna müdahale etmelerine ve yön vermelerine hukuksal zemini hazırlanmıştır.
27 Mayıs Anayasası'nın temellerini kurduğu bugünkü askeri vesayet rejimi Türkiye'de çağdaş anlamda ileri bir demokrasinin kurulup işletilmesine ve Kürt sorununun çözümüne engel oluşturduğu 50 yıllık uygulamayla ortaya çıkmıştır. Artık, 27 Mayıs Anayasası'nın çağdaş, ilerici ve demokratik nitelikli bir anayasa olduğu iddiası geçerliliğini tümden yitirmiştir.
Türkiye'nin demokratikleşmesi bağlamında 1961 Anayasası'nın en uygun belge olduğu savını öne sürenlerin ciddiye alınması mümkün değildir. Bugünkü nesnel koşullarda Türkiye'nin demokratikleşmesi için geçerli olan bir anayasa eşit haklı vatandaşlığı temel alan, çoğulcu, katılımcı, antimilitarist, hukukun üstünlüğüne bağlı ve yerinden yönetim ilkesini benimseyen bir anayasa olmalıdır. (TZE/EK)
* Yazı, Tarık Ziya Ekinci'nin Heinrich Böll Stıftung Derneği Türkiye Temsilciliği, Habervesaire ve Helsinki Yurttaşlar Derneği'nce 27 Mayıs Darbesinin 50. Yıldönümü ve Türkiye Siyasetine Etkileri" sempozyumunun ikinci günü “Kurumlar ve Kimlikler” adlı panelde yaptığı konuşmanın metnidir.
ÜMİT FIRAT yazdı
27 Mayıs, Kürtler ve Şark Islahat Planı Kararnamesi
Şark Islahat Planı'yla başlayan uygulamalar 1960'la yeniden gündeme geldi. Milli Birlik Komitesi, darbeden sonra 485 Kürt şahsiyeti gözaltına alıp sürgün kampında topladı. MEB, Kürtlerin inkarını amaçlayan bir "kitap" yayınladı...
Ümit FIRAT
İstanbul - BİA Haber Merkezi
26 Mayıs 2008, Pazartesi
27 Mayıs darbesi olduğunda ortaokul üçüncü sınıftaydım ve henüz Türkiye'de olup biten şeyleri, nedenlerini vs. sorgulayıp değerlendirecek durumda değildim.
Ama fazla zaman geçmeden ve günlük hayatımızdaki bazı değişikliklerle nedenlerini kavrayamasak da sonuçlarını görmeye başladık.
Bu darbeyle Kürtler için bir hayli "yenilik" ve uygulamalar da getirildi. İsyan ve ayaklanmalar sonrası uygulanan etkili ve sert politikalara bir süre ara verilmiş; bir süredir biraz da olsa sakinleşmiş olan bölgede bazı kıpırdanmalar olabileceğine dair algılar gelişmişti. Ülkeyi bir uçurumun kenarından kurtaran kurtarıcılar böyle hissediyorlarmış.
1925 Şark Islahat Planı Kararnamesi
İlk olarak 24 Eylül 1925 tarihli ve "Gayet mahremdir" ibaresi taşıyan Şark Islahat Planı Kararnamesi ile iki madde uygulamaya kondu:
• "Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan bervech-i âtî Malatya, Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişgezek, Ovacık, Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Behinsi (Besni), Arga (Akçadağ), Hekimhan, Birecik, Çermik, vilayet ve kaza merkezlerinde hükûmet ve belediye dairelerinde ve sair mücessesat ve teşkilâtta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçeden maada lisan kullananlar evâmir-i hükûmete ve belediyeye muhalif ve mukavemet cürmile tecziye edilirler." (Madde 13)
• "Fırat garbındaki vilayetlerimizin bazı akvamında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtlerin Kürtçe konuşmaları behemahal men edilmeli ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşmaları temin olunmalıdır." (Madde 16)
Nitekim bu takıntı 12 Eylül 1980 darbecilerinde de devam etmiş, bu kez de 19.10.1983 tarih ve 2932 sayılı "Türkçe'den Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun"un 2. maddesinde de "Türk Devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dilde düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır" hükmü konulmuştu.
"Vatandaş Türkçe Konuş"
Tekrar konumuza dönersek, bu hükümlerde de açıkça belirtilmesine rağmen başaramadıkları ve her nasılsa 1930'lu ve 40'lı yıllarda akıl edemedikleri bir şeyleri hemen uygulamaya koydular ve bu kez "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyası ile cadde, sokak, kapı, duvar v.s. ne bulurlarsa her tarafa afişler yapıştırdılar.
Köy ve mıntıka isimlerinin Türkçe olmayanları, "Milli kültürümüze, ahlak kurallarına, örf ve adetlerimize uygun düşmeyen, kamuoyunu inciten adların değiştirileceği" hakkında 1587 sayılı bir kanun çıkarıldı. Sonra da her nasılsa Türkçe olan belki birkaçı hariç olmak üzere, hemen hemen tümünün isimleri değiştirilerek uydurulan bir takım Türkçe adlarla değiştirildi.
Keza aynı kararname Madde 14'te de "Aslen Türk olan fakat Kürtlüğe temessül etmek (benzemek) üzere olan bulunan mevkide ve Siirt, Mardin, Savur, gibi ahalisi Arapça konuşan mahallerde Türk Ocakları ve mektep açılması ve bilhassa her türlü fedakârlık iktiham olunarak (gösterilerek) mükemmel kız mekteplere rağbetlerinin suveri adîde (fazla miktarda) ile temîni lazımdır. Hassaten Dersim, tercihan ve müstacalen (acil olarak) leyli iptidailer (yatılı ilkokullar) açılmak suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır."
Bu hükümden de beklenen netice alınamamış olmalı ki bu kez bölgedeki Kürt çocukların daha hızlı ve sistemli bir asimilasyona sokulabilmesi için 5 Ocak 1961 tarihli ve 22 sayılı bir yasa çıkarılarak 60 civarında Yatılı Bölge İlkokulu açıldı.
27 Mayıs'ın ürünleri
Yine 27 Mayıs askeri darbe döneminin ürünü olarak 1961 Anayasası ile Türk, Türk Milleti, Türk Devleti gibi kavramlar birçok maddede öne çıkarılmış; önceki Anayasada "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" hükmü Madde 4 ile "Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir" biçiminde değiştirilmiş; Madde 54'te ise vatandaşlık tanımında da "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür" gibi tanımlamalar getirilmiştir.
Darbe sonrasında "Doğu'daki vaziyetin çığırından çıktığı" iddia ediliyordu. Demokrat Parti (DP) içersinde bir Kürdistan Hükümeti tesis etmek üzere çalışmalar yapılıyormuş. 27 Mayıs sabahında Silvan'da ilk iş olarak bir evin çatısına Türk bayrağı çekilmiş ve bunu da "Biraz daha geç kalsaydık, Türk vatanı elden gidecekti" diye açıklamışlardı.
Milli Birlik Komitesi, 1 Haziran 1960'ta yani darbeden sadece dört gün sonra birçoğu çevrelerinde saygınlık kazanmış ve aralarında Faik Bucak'ın da bulunduğu 485 Kürt şahsiyetini gözaltına alıp Sivas'ta bir sürgün kampında topladı.
19 Ekim 1960'ta da bir sürgün kanunu çıkararak bu 485 kişiden kendileri için daha tehlikeli görülen ve yasal olarak hiçbir suça karışmamış olan 55'ini Sivas'tan alarak, Antalya, Burdur, İzmir, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa, Çorum, Denizli vilayetlerinde sürgüne tabi tuttu.
Bakanlık Kürtleri inkar eden bir kitap yayımladı
Milli Eğitim Bakanlığı, M. Şerif Fırat'ın "Doğu İlleri ve Varto Tarihi" isimli, hiçbir bilimselliği olmayan ve sadece Kürtlerin inkarını amaçlayan "kitabı" Cemal Gürsel'in "Sunuş" yazısı ile yeniden yayınladı.
Cemal Gürsel yazdığı Sunuş'ta "…Bugün Milli Eğitim Bakanlığımızca ikinci baskısı yapılan bu eserin, bütün Türk aydınları tarafından okunması büyük faydalar sağlayacaktır. Çünkü bu eser, Doğu Anadolu'da oturan, Türkçe'ye benzemeyen bir dil konuştukları için kendilerini Türk'ten ayrı sayan, bilgisizliğimiz yüzünden bizim de öyle sandığımız vatandaşlarımızın, su katılmamış Türk olduklarını bir kere daha ispat etmektedir. Hem de inkarına imkan olmayan delillerle."
Muhafazakar çevreler darbeyi alenen kendilerine karşı olması nedeniyle onaylamazken, solcu ve Kemalist çevreler çevreyi desteklediler. Eski sol anlayış ve değerlendirmelerden uzaklaşan ve son yıllarda hiçbir askeri darbenin meşruiyet ve haklılığı olmadığını savunan insanların giderek artıyor olması Kürtler açısından olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmektedir.
"27 Mayıs'ı maaşını az bulan subaylar yaptı"
Dolayısıyla, 27 Mayıs darbesini yapanların "Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır" biçimindeki darbe gerekçelerini ciddiye alınacak hiçbir dayanağı yoktur.
Darbeyi, silahlı kuvvetler içersinde değişik rütbeli subaylarca kurulmuş bir çetenin iktidar gaspı ve askeri vesayet rejiminin kurumlaşması olarak değerlendirmek gerekir.
Tarihçi Prof. Dr. Halil İnalcık'a göre ise, "27 Mayıs'ı, maaşını az bulan subaylar yaptı". (ÜF/GG)
31 Mart yobaz isyanı (Emin Çölaşan)
1908 yılında Padişah Abdülhamid . Bütün ülkede özgürlük rüzgarları esiyor, baskı yönetiminden bunalan İttihat Terakki yanlısı aydın subaylar Rumeli `de Abdülhamid`e karşı ayaklanıp dağa çıkıyor. Padişah korkuyor ve Meşrutiyet yönetimini ilan edip uzun yıllar önce kapattığı Meclis `i yeniden açmak zorunda kalıyor. Fakat bir süre sonra, bunu hazmedemeyen yobazlar (31 Mart 1909) İstanbul `da ayaklanıyor. `Din elden gidiyor, şeriat isterük` naralarıyla sokaklara yayılan asiler yolda gördükleri subayları, sivilleri, milletvekillerini öldürmeye başlıyor. Ayaklananların çoğu Rumeli taraflarından getirilen, Meşrutiyet rejimini koruma görevi verilen ve şeriatçı Volkan Gazetesi tarafından kışkırtılan avcı taburları. İmparatorluğun başkentinde kan gövdeyi götürüyor. Yobazlar İstanbul `u ele geçiriyor. İrtica isyanını bastırmak için Selanik `ten yola bir ordu çıkarılıyor ve adına `Hareket Ordusu ` deniliyor. Ordu trenlerle ve isyandan 10 gün sonra İstanbul `a ulaşıyor. İsyan bastırılıyor, asiler tepeleniyor. Türk ordusu o günlerde bile yobazlara karşı mücadele veriyor. Ordunun ilerici niteliği günümüze kadar hiçbir zaman bozulmuyor. İşin ilginç yanı, 31 Mart isyanını bastıran Hareket Ordusu `nun kadrosu. Burada size isimlerden bazılarını vereceğim. Ülkemizin geleceğini yaratan muhteşem bir kadrodur, lütfen dikkatle okuyunuz. ***
İşin başında Mahmut Şevket Paşa . Daha sonra Sadrazam oldu, 1913 yılında İstanbul `da suikast sonucu öldürüldü. Kurmay Başkanı Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal (Atatürk ). Binbaşı Fethi (Okyar ), Cumhuriyet döneminde başbakan. Kurmay Yüzbaşı İsmet (İnönü ). Kurmay Yüzbaşı Hafız Hakkı. Enver Paşa `nın sağ kolu. Doğu cephesinde tifüs hastalığından öldü. Yarbay Cemal . Sonraki yılların ünlü Cemal Paşa `sı. 4. Ordu komutanı, Suriye genel valisi . 1922 yılında Ermeniler tarafından Tiflis `te şehit edildi. Kurmay Yüzbaşı Süleyman Askeri . Sonra Teşkilat -ı Mahsusa (İstihbarat örgütü) başkanı, silahşor. Irak cephesinde şehit oldu. Yüzbaşı Ohrili Eyüp Sabri . İttihat Terakki kurucularından, hürriyet kahramanı. Cumhuriyet döneminde milletvekili. Piyade Yüzbaşı Resneli Niyazi . Abdülhamid`e karşı dağa çıkanlardan hürriyet kahramanı. Arnavutluk `ta öldürüldü. Üsteğmen Yakup Cemil . İttihat Terakki `nin bir numaralı silahşoru ve tetikçisi. 1916 yılında Enver Paşa `ya karşı hükümet darbesi hazırladığı iddiasıyla idam edildi. Süvari Yüzbaşı Mümtaz . Enver Paşa `nın meşhur yaveri. Üsteğmen Ömer Naci . İttihat Terakki `nin konferansçısı. Birinci Dünya Savaşında İran `da tifüsten öldü. Jandarma Yüzbaşı Sarı Efe Edip . Rumeli `de İttihatçı komitacı. Milli Mücadele kahramanlarından. Atatürk `e karşı düzenlenen İzmir suikastına karıştığı için idam edildi.
(Hareket Ordusu ile Selanik `ten İstanbul `a gelip isyanı bastıranlardan Hilmi , Şükrü , Abdülkadir , doktor Abidin , İsmail Canbolat beyler de İzmir suikastına katıldıkları gerekçesiyle, İstiklal Mahkemesi `nde yargılanıp idam edildiler.)
Piyade Yüzbaşı Ali (Çetinkaya ). 1919 yılında Yunan ordusuna Ayvalık `ta ilk kurşunu atanlardan. Cumhuriyet döneminde bakan, İstiklal Mahkemesi başkanı. Kurmay Yüzbaşı Kazım (Özalp ). Cumhuriyet döneminde Meclis Başkanı. Kurmay Yüzbaşı Ali İhsan (Sabis ). İstiklal Harbi `nde ordu kumandanı, sonra milletvekili. Kurmay Binbaşı Muhtar. 31 Mart irtica ayaklanmasında asiler tarafından şehit edildi. İstanbul `daki Şehit Muhtar Caddesi onun ismini taşır. ***
Şu görkemli kadroya bakınız. İmparatorluk çökme aşamasına gelmişken Selanik `ten yola çıkıp İstanbul `a geliyorlar ve 31 Mart irtica isyanını bastırıyorlar. Bir Hareket Ordusu ki, içinde kimler var! Atatürk `ten İnönü `ye, Yakup Cemil `den Sarı Efe Edip `e, Cemal Paşa `dan Fethi Okyar `a inanılmaz bir kadro. Bazıları daha sonra Birinci Dünya Savaşı `nda ölen, kurşuna dizilen, bazıları İstiklal Harbi `nde kahramanca savaşan, Cumhuriyet dönemine damgasını vuran subaylar… Ve bazıları 1926`da İzmir `de Atatürk `e suikast girişiminde bulunduğu için idam edilenler… 31 Mart irtica isyanı, tarihimizin bir kara lekesidir. İsyan Türk ordusu tarafından bastırıldı, suçlular idam edildi. Hemen ardından Abdülhamid tahttan indirilip Selanik `e sürgün gönderildi. 1912 yılında Balkan Savaşı patlayıp Rumeli elimizden çıkmaya başladığında, düşmanın eline geçmesin diye yine İstanbul `a getirildi. Padişah Abdülhamid isyanı destekledi mi? Bu sorunun yanıtı bugün bile bilinmiyor. Bilinen tek şey: İrtica geçmişte açıktan tavır koyar, isyan ederdi. Günümüzde ise irtica `demokrasi` kavramının ardına sığınarak devletin kurumlarına, belediyelere ve özellikle eğitime çöreklendi. Din bezirganlığı ve din tüccarlığı, devlete ve ülke yönetimine açıkça egemen kılındı. Hortumların ve cukkaların çoğu artık -ne acıdır- dinimiz kullanılarak yapılıyor. Aradan 97 yıl geçmiş, bu kadarcık fark olmasin mi?
27 Mayıs Toplumun ve siyasetin çöküşü
46 yıl önce bugün, sabah erken saatte radyodan okunan `ihtilal bildirisi` ile Askeri Cunta hükümeti devirerek yönetime el koydu. 38 kişiden oluşan Cunta`nın içinde 8 yüzbaşı, 10 binbaşı, 7 yarbay, 8 albay ve çoğunlukla sonradan işe dahil edilen 5 gen
MÜMTAZ`ER TÜRKÖNE
46 yıl önce bugün, sabah erken saatte radyodan okunan `ihtilal bildirisi` ile Askeri Cunta hükümeti devirerek yönetime el koydu. 38 kişiden oluşan Cunta`nın içinde 8 yüzbaşı, 10 binbaşı, 7 yarbay, 8 albay ve çoğunlukla sonradan işe dahil edilen 5 general bulunuyordu. Bu subaylar, uzun bir süre önce darbe kararı almışlar, bunun için planlar yapmışlar ve emirlerindeki askeri birlikleri bu iş için kullanmışlardı. Bildiri, darbenin gerekçesini `Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır.` ifadesi ile temellendiriyordu. Bu gerekçelerin tamamı `bahane` idi. Bahsedilen `son müessif hadiseler`, nisan ayı içinde DP iktidarının kurduğu tahkikat komisyonunun başlattığı tartışmalarla, CHP`nin sokağa inmesinden ibaretti. Bugünün CHP Genel Başkanı Deniz Baykal`ın da genç bir CHP`li olarak katıldığı bu olaylar, gerginliği tırmandırmıştı. Ama, darbe yapanlar bu işe son olaylar üzerine değil, aylar öncesinde karar vermişti. Ortada CHP aracılığıyla halka yayılan mide bulandırıcı söylentiler vardı. Üniversite gençlerinin öldürüldüğü, mezbahalarda kıyma makinesinden geçirildiği, bir kısmının da gömüldükten sonra üzerine beton ve asfalt döküldüğü söyleniyordu. Amaç infial yaratmak olunca, akıl ve mantık sınırları dışına çıkan söylentileri, birilerinin niyeti bozduğu şeklinde anlamamız gerektiğini, 27 Mayıs bize öğretmiş oldu. Nitekim 27 Mayıs sonrasında mezbahalarda araştırmalar yapıldı, asfaltlar sökülerek altında ceset arandı. 27 Mayıs öncesinde yaşananların hepsi, Cunta`nın yönetime el koymasının bahanesi olduğuna göre soru şu olmalı: Gerçek sebep neydi? 27 Mayıs, TSK`yı yaralayan bir sapma halidir Büyük tarihçimiz Halil İnalcık, 27 Mayıs`ı, maaşını az bulan subayların yaptığını söylüyor. İnalcık`ın iddiası, Yassıada duruşmalarında geçen bir sahne ile doğrulanıyor. Bir gün duruşmaya sadece subaylar geliyor ve ön sıraya oturuyorlar. Amaç Menderes`i yuhalatmak. Mahkeme Başkanı Başol da subaylara dönük bir şova girişiyor ve Menderes`i muaheze ediyor: `Şu kadar yıl ülkeyi yönettiniz, köylüye, tüccara şu hizmetleri yaptınız, milyonlarca para harcadınız, şu şerefli subaylar için bir şey yapmadınız. Bu subaylar ya çatı katlarında ya bodrum katlarda ağır şartlar içinde yaşadılar. Bu güruha yaptığınız hizmetleri bu şerefli insanlara yapsaydınız bunlar başınıza gelmezdi.` diyor. Mahkeme zabıtlarında ve hatıralarda yer alan bu sahne, 27 Mayısçıları`Ulufe isteriz.` diye ayaklanan Yeniçerilere benzetse de, mesele bu kadar basit olmamalı. Öncelikle şu hükmü vermeliyiz: 27 Mayıs bir kurum olarak Türk Silahlı Kuvvetleri`nin marifeti olan bir askeri darbe değildir. Genelkurmay Başkanı Şükrü Erdelhun ile, bir önceki Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Tunaboylu`nun, teğmenler tarafından tekmelenerek sıraya konduğu, birçok generalin tutuklandığı ve emekliye sevk edildiği bir teşebbüsü, kimse Ordu`nun kurumsal kimliğine mal edemez. Kore kahramanı Tahsin Paşa`nın rütbeleri sökülerek hakaretlere maruz kalması gibi sayısız örnek, Silahlı Kuvvetler`in bir kısmının diğer kısmına, aşağıdakilerin yukarıdakilere karşı giriştiği ve maalesef başarılı olduğu bir teşebbüsü yansıtır. 27 Mayıs, Türk Silahlı Kuvvetleri`nin tarihten gelen geleneklerini, disiplinini ve kimliğini onulmaz bir şekilde yaralayan, sarsan bir sapma halidir. Generallerin yüzbaşılar önünde hazırolda durduğu sahneler ancak, Birleşmiş Milletler`e kaydını yeni yaptırmış kabile devletlerinde görülebilirdi. 27 Mayıs bu yüzden Silahlı Kuvvetler`in çivisini çıkartmış, hiyerarşi ve disiplinini yaralamış, akabinde Talat Aydemir olayı gibi cuntacı örgütlenmelerin önünü açmıştır. 27 Mayıs sonrasında Silahlı Kuvvetler`in kurumsal hiyerarşisi, yurdu koruma görevinin yanında cuntalara engel olmak gibi bir görevle de karşı karşıya kalmıştır. 84 yıldır savaşmayan, bu arada dört darbeyi, herhangi bir engelle karşılaşmadan gerçekleştiren Ordu, biraz da `cunta` sorunlarını çözmek için rejim sorunlarına el atmak zorunda kalmıştır. Türkiye`de rejim tartışmalarının bel kemiğini sivillerin değil de askerlerin oluşturmasının sebebi de budur. Laiklik, başörtüsü, irtica gibi tartışmalar sivil siyasete müdahalenin araçları olarak, cuntaların bahanelerini de hiyerarşinin tekeline aktarmaktadır. Halkın sorun çözme yeteneğine darbe 27 Mayıs, askerin siyaset içindeki ağırlığının normal kabul edildiği bir geleneğin, bize özgü bir tarihselliğin ürünü değildir. 27 Mayıs`ı da, akabinde gelen darbeleri değerlendirirken de düşülen en büyük hata budur. Türk ordusunda çeteleşme, Balkan dağlarında komitacı kovalayan İttihatçı subaylar tarafından başlatılmıştır. Komitacı, yani çeteci yöntemleri ile iktidara el konulmuş; akabinde bu yöntemlerle koskoca imparatorluk batırılmıştır. Kurtuluş Savaşı, Meclis eliyle yürütülmüştür. Kurtuluş Savaşı`nı yürüten Meclis`in ilk elden savaştığı güç, yine asker rütbesini taşıyan ama diğer kanatta yer alanlardır. Osmanlı Ordusu`nun içinde Yunan işgalini sona erdirmeye çalışan Ankara`ya karşı örgütler (Atatürk Nutuk`ta uzun uzun bunları anlatır) çıkmıştır. Bu yüzden Atatürk, Cumhuriyet`le birlikte askeri siyasetin uzağında tutmak için çok katı düzenlemeler getirmiştir. 27 Mayıs`ın ilham kaynağı bizim tarihimiz değil, nevzuhur devletlerin cuntalarıdır. Nitekim 27 Mayıs`ı yapanlar şablon olarak Mısır`daki Albay Cemal Abdülnasır`ı taklit etmişlerdir. Nasır Cuntası`nın emekli olan General Necib`i devlet başkanı yapması gibi, 27 Mayısçılar emekli olan Cemal Gürsel`i aynı koltuğa oturtmuşlardır. 27 Mayıs için seçilen `Ak Devrim` ibaresi bile kopyadır. 27 Mayıs, zengin tarih tecrübesi, birikimi, gelenekleri olan bir toplumu köksüz ve dengesiz bir topluma dönüştürmüştür. Devleti topluma yabancılaştırmış, devletin sağlam geleneklerini yok etmiştir. Devletin seçkinleri arasında rekabete konu olan iktidar mücadelesi, tarih içindeki örneklerde olduğu gibi halkın dışında sürmekte idi. İlk defa elinde silah bulunduranlar, ellerindeki silahı kullanarak iktidarı halktan aldılar. Demokrasinin olgunlaştırdığı, özgürleştirdiği, yeteneklerini geliştirdiği ve medenileştirdiği halkın elinden iktidar, bir kaba güç tarafından gasp edilerek alındı. Bu olayın tarihimizin en acıklı kırılmalarından biri olduğunu kaydetmemiz gerekir. Bu kırılma demokrasiyi, toplumsal yaşamın bütün kurallarını, halkın kendisini perişan etmiştir. Elinde silah olanın, elindeki silah ile ülkeyi yönetebildiği, halkın seçtiği başbakanı idam edebildiği bir ülke, ancak ilkel ve geri bir ülke olabilir. 1960`lı yıllarda başlayan ve 70`li yıllarda hızlanan hızlı sosyal değişmelerle, toplumun kendi anlam dünyası içinde baş edememesinin, artan şiddetin arkasında 27 Mayıs`ın tahrip ettiği dengeler vardır. Daha önce kullandığım bir benzetmeyi tekrarlayayım: Fidelerin yeni boy verdiği bir bahçeye destursuz bir fil sürüsü girmiş ve ortalığı viraneye çevirmiştir. 27 Mayıs`ın vicdanını yaraladığı, hak ve meşruiyet duygusunu zedelediği toplum, fillerin ayakları altında posası çıkmış bir toplumdur. Bu kırılma, toplumu sahte bir dünyanın içine hapsetmiştir. Halkın gücünün, tercihinin sonuçta işe yaramadığı ortaya çıkınca, güçsüzlüğünden emin olan toplumun sığınacağı şizofrenik dünya karşılaştığı sorunları çözme yeteneğini de yok etmiştir. Adnan Menderes`in darağacında sallandığı meşhur resmin, siyasetçilere gözdağı vermek için sık sık kullanıldığı söylenir. Gerçekte gözdağı halka verilmektedir. Seçtiği başbakan bile darağacında sallandığına göre, sıradan insanları güç sahiplerinden koruyacak olan nedir? 27 Mayıs`ın hukuku mu? Farklı olana tahammülsüzlüğün egemen olduğu, hukuka inancın sarsıldığı, kaba gücün ve silahın tek çözüm göründüğü 60`lı ve 70`li yıllar, 27 Mayıs`ın yol açtığı kırılmalar üzerine inşa edilmiştir. `Halka karşı devlet` ve topallayan siyaset Siyasi alana gelince. 1837`deki Eyalet Meclislerine, 1876 Parlamentosu ve Anayasası`na, 1908 sonrası çok partili hayat tecrübesine ve tarihinin en zor kader aralığını, Kurtuluş Savaşı`nı her farklı düşüncenin serbestçe dile getirildiği bir Meclis eliyle yürütmesine, kısaca arkasında devasa bir demokrasi tecrübesi bulunmasına rağmen, aynı fil sürüsü bu birikimi de 27 Mayıs`ta yerle bir etmiştir. 27 Mayıs olmasaydı, yapılacak seçimlerle Türkiye`nin, iktidarın iki parti arasında el değiştirdiği iki partili sisteme oturması ve istikrarlı bir yönetimin ortaya çıkması mümkündü. Tek Parti iktidarına göre tasarlanmış 1924 Anayasası, bu sisteme uygun şekilde değiştirilir, kuvvetler ayrılığı prensibi yerleştirilir, parlamenter sistem pekiştirilirse tam anlamıyla işleyen, istikrarlı ve güvenli bir demokrasiye sahip olabilirdik. 27 Mayıs asıl desteğini aldığı sol siyaseti zayıflattı. Devlet ile halk arasında sıkışıp kalan ve tercihini `halka karşı devlet`ten yana koyan, `Devlet Partisi` hüviyetini benimseyen CHP siyasi yelpazenin işgal ettiği bölümünü mefluç hale getirdi. Sol kanadı topallayan siyaset ise dengelerini kendi içinde kuramadığı için dışardan gelecek müdahalelere karşı savunmasız kaldı. Bugün bile siyasi alana demokrasi dışı müdahalelerin CHP üzerinden yapılması tesadüf değildir. Cunta kelimesi İspanyolcadan gelmektedir. Ülkeyi ellerindeki silahlı güce dayanarak yöneten asker gruba `cunta` denmektedir. Cuntalar başlangıçta çetelerdir. Önce bir çeteleşme ortaya çıkar. Bu çete, uygun araçlara sahip olup, yönetime el koyduğu zaman cuntalığa terfi eder. Bizim tarihimizde `çete`, İttihatçı komitacılar (çeteler) eliyle sahne almıştır. Sonra bu çeteler devlete el koymuş ve ortada devlet kalmamıştır. 1919`dan itibaren Yunan işgaline karşı ilk direniş, Kurtuluş Savaşı`nın `Çete Harbi` denen kısmında, Kuvva-yı Milliye eliyle yürütülmüştür. Çetecilik, devletin vazgeçilmez hukukunu bir gerekçe ile iptal ederek, hukuk dışına çıkmaktır. 27 Mayıs darbesini yapanlar da bir çetecidir. Darbe başarılı olduğu için biz onları `cunta` diye anıyoruz. Bugün, elinde silah bulunduranların ellerindeki silahı ve yetkilerini akıllarına estiği gibi kullanmaya kalkmalarının arkasında 27 Mayıs`ın açtığı kanal vardır. Bir kere olmuş ve başarıya ulaşmış örnek her zaman tekrarlanabilir demektir. O yüzden 27 Mayıs ile hesaplaşmak, çetelerle hesaplaşmak demektir. Tarih bir toplumun hafızasıdır. 27 Mayıs, bu hafızanın kirli bir sayfasıdır. Bu kirli sayfayı unutarak, yaşadığımız çetecilik gibi sahte dünyaların ürettiği hastalıkların üstünü örtemeyiz. Ders çıkartılmayan tarih kendini tekrarladığına göre; kolektif bir hafıza onarma işlemine ihtiyacımız var demektir. 27 Mayıs tarihimize, toplumumuza hatta bizden sonra gelecek nesillere karşı bir çetenin işlediği ağır bir suçtur. Vicdanlarda, tarihte ve hukuk önünde mahkum edilmesi gerekir.
2006-05-27 Zaman http://www.zaman.com.tr