KAYNAK: İLBER ORTAYLI ile Tarih Dersleri /NTV/ Program metinleri
İLBER ORTAYLI / Milliyet Gazetesi Köşe Yazıları
OSMANLI’DA MİLLİYETÇİLİK
Adaletli mahlasıyla yani adli olarak tanınan sultan 2. Mahmut, onun tamamlanmamış bir tuğrası yanındayız. 2. Mahmut, adli unvanını taşımasına rağmen tarihimizde herkesin iştirak edemeyeceği işlemleri fiiliyle de tanınır. Bunlardan bir tanesi hiç şüphesiz gerekli olan fakat çok şedit, çok kanlı bir şekilde ortadan kaldırılan Yeniçeri Ocağı’dır. İkincisi bu ocağın lağvı sırasında büyük bir iftira mekanizması işlemiş ve Şanizade gibi çok önemli bilgin ve tarihçiler bile bu furyanın içinde eriyip gitmişlerdir ama hiç şüphesiz o, Osmanlı tarihinin Büyük Petrosu’dur. Hiç acımasız, hiç tereddütsüz yürüttüğü inkılaplarla Türkiye İmparatorluğu’nu yeni bir döneme götürdüğü açıktır.
Bir konunun üzerinde duralım. Bu şiddetli yeniçeri düşmanlığı sırasında bazı konularda affedilmeyen hatalar da yapmış mıydı? Mesela, Mehter’i de ortadan kaldırmıştı. Musikiden anlayan bir padişahtı ve bu musikinin bu asra hitap etmeyeceğini söyledi ama 1908’de başka inkılapçılar, ordunun geleneğe ve morale de ihtiyacı olduğunu ileri sürerek Mehter’i yeniden ihya ettiler. Bu 2.Meşrutiye devrine ait bir olaydır. 2.Mahmut, uzun bir yönetim sergiledi o devir için. Parçalanma halindeki bir imparatorlukta merkezi otoriteyi tesis etti ve acımasız bir politikayla bunu gerçekleştirdi. Bazı yönleri üzerindeyse çok az duruyoruz. Bugün İstanbul’da , Anadolu ve Rumeli’deki birçok kiliselerin önünde, eğer zamanın tahribatına ve insanların ihmaline ve antikacıların hırsızlığına maruz kalmadıysa, hemen hemen her kilise önünde bir 2.Mahmut çeşmesi bulunur. Demek ki o, bir imparatorluğun muhtelif dinlerden ve dillerden oluşan bir tebaanın başında olduğunun şuurundadır. Bunun çeştli örneklerini görürüz.
19.yy’a geldiğimiz zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun artık eski dünyası yoktu. Bu eski dünyada insanlar dillerine ve dinlerine göre kompartmanlarda yaşarlardı yani bir Rum ortodoksun, bir Ermeni ortodoksun -Gregoryen deniyor- , bir Ermeni katoliğin, bir Süryaninin, bir Yahudinin yükselmesi ve yaşaması kendi cemaatinin, kendi ruhani yahut dini liderlerinin etkisi altında görülürdü. O kompartmanın içinde devlet memuru olurdu,dışişlerini yürüten Fenerli Rumlar gibi, o kompartmanın içinden çıkar sarraflık yapardı. O kompartmanın içinden çıkar, Ermeniler gibi mimar başı olabilir, barutçubaşı olabilir, darphane nazırı emini olabilirdi ama hiçbir zaman birisinin kendi yaşadığı dini kompartman içinde ruhani liderlere, milletin başındakilere itaatsizliği veya ayrı akımları çekmesi hoş karşılanmazdı. Oysa 18.yy’ın dünyasına gelindiği zaman durum değişmeye başladı. Bir kere Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan bu kompartmanların içinde herkesin dil beraberliği yoktu. Din beraberliğinin yetmez olduğu görüldü. Bulgar milliyetçiliği uyanmaya başladı. Hem de laik unsurlar değil, bizati din adamları tarafından. Aynaroz’daki sayısız manastırın içinde Bulgar keşişlerin yaşadığı Hilander Manastırı’nda Paissij adlı bir keşiş, Slavyen Bulgar tarihini kaleme aldı ve eserine şöyle başlıyordu: Ey Bulgar! Kendi dilini, tarihini bil. Arkasından Sofroniy Vraçansky çıktı. Sofroniy Vraçansky’nin söyledikleri biryana, 19.asırda eğitimi dolayısıyla kendisini Helen sayan Aprilov diye bir tüccar, Odessa ve Ukrayna’daki iş hayatı boyunca tanıdığı Benelin gibi bir tarihçi sayesinde Slavlık bilincine ulaştı ve döndüğü vakit Bulgaristan’da milli okulları açmaya başladı.
Kısa zamanda Bulgar maarifi, içtimai hayata öğretmenlerin yanında, muallimlerin yanında, mullime hanımı da getirdi. Bulgaristan’ın milli uyanışı da böylelikle arttı. Bu, ileride Türk unsurun, ittihatçıların da hayranlığını çekecek bir gelişmeydi aslında. Tabii ki, Slavlık üzerindeki bilinç bazılarının zannettiği gibi öyle Fransız İhtilali’nin etkisiyle değildir. İmparatorluğun içindeki unsurlar bazen aynı dini kompartmana, ruhani liderlere sahip olsalar da etnik yapıları dolayısıyla çatışmaya girerler. Sırplar, Sırbistan, ortodoks dünyanın içindeki bu çatışmanın ilk alevlendiği yerdir.
Sokullu Mehmet Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük sadrazamı ve hiç şüphe yok ki Müslüman Türk kültürünü benimsemiş bir devlet adamı ve asker, en uzun süreli sadrazam bir Sırp ruhban ailesinden geliyordu. Sadareti sırasında kardeşini yeni kurduğu Sırp Pec Patrikliği’nin başına geçirdi. Bu ruhani bir gayret değildir. Bir yerde Rum-Ortodoks kilisesinin parçalanmasıyla ilgili bir ameliyedir. Tabii kendisinden sonra bu patriklik çok yaşamadı ama Sırpların da Helen unsurlarla birarada bulunmayacağı anlaşılmıştır. Nitekim, Sırp ayaklanmasından ve kimi özerklikten, otonomiden sonra, Sırbistan kilisesi ayrı bir patriklik olarak ortaya çıktı. Bunu belki Fener, çok uzun zaman tanımamakta ısrar etti ama bir vaka ki artık otosefal bir sırp kilisesi vardı. Sırp milliyetçiliği, kilisede Yunanca duaya ve okulda Yunanca eğitime tahammül edemezdi. Bu Karadzic gibi önemli bir maarif uzmanı, bir öğretmen: “Düşündüğünüz gibi yazınız” sloganıyla halk dilini, halk Sırpçasını hayata geçirdi. O kadar da değil, Rusya ile olan yakın ilişkiler Sırpların diline aynı zamanda yeni Rusça kelimelerin de kazandırılmasına neden olmuştur.
Şurası bir gerçektir; Osmanlı İmparatorluğu’nda Fener dediğimiz, Fener’deki Rum-Ortodoks Patrikhanesi’nin nüfuzunu tehdit eden bir unsur vardır. Bizzat Moskova’daki Rusya Patrikliği. 15.asırda Rus başpiskoposları patrik ünvanını aldılar ve Rusya bundan sonra Balkan Slavları ve Balkan kiliseleri üzerinde çok önemli bir etkide bulunmaya başladı: Dil ve eğitim. Bu gittikçe gelişen bir Balkan milliyetçiliğini yaratacaktır. Peki bu milliyetçiliğin tek müsebbibi dili yakın,dini bir olan Ruslar mıdır?
Şaşılacak başka yönler de vardır. Dininin bunlarla bir alakası yok, dilinin de yok çünkü Roma Katolik Kilisesi’nin sürükleyici gücü var. Bahsettiğimiz Avusturya. Avusturya’nın üniversiteleri, Viyana gibi metropoller ve hatta Macaristan kısmındaki Peşte gibi Erdel gibi yerlerdeki şehirler Slav milletinin, Slav milletlerin kültürel gelişmelerinin merkezi haline geldiler. Sadece Slavların mı, bizzat Osmanlı İmparatorluğu’nda, Haçlı Seferlerinden beri var olan ve çoğunluğu teşkil eden Gregoryen Ortodoks Ermenilerle çatışma içinde olan Roma’ya tabii ayrı bir kilise kuran katolikler için de bu söz konusudur. Katolik Ermenilerin içinden Mihitar adlı bir rahibin kurduğu Mihitarist tarikatı mensupları, Ermeni kültürünü enternasyonalize ettiler. Önce Venedik’te, sonra Viyana’da, giderek Avrupa’daki mühim merkezlerde seminer, kütüphane ve matbaalar kurdular. Matbaalarda sadece Ermenice incil, Ermenice eserler basılıyor değildi. Hatta ve hatta Arapça ve tabi ki Türkçe eserler de basılıyordu. Bir yerde Türk alfabesini ilk defa hayata geçirenler de bunlar olmuştur. Yaptıkları sadece Roma papasının doğrultusundaki dini yorumlar, Katolisizm değildi. Doğrudan doğruya Ermeni milli tarihini, Ermeni dilini, Ermeni uyanışını temsil ettiler. Demek ki kilise, ortodokslar arasında olduğu gibi katolik tebaa arasında da rolünü oynamaya başlamıştı. Bu iş en geç kimler tarafından takip edildi?
Tabii ki Türkler ve imparatorluğun Yahudileri. Araplar dahi yine aynı kanalla, Lübnan’daki Maruniler ve Filistin ve Lübnan’daki Melkit dediğimiz katolik inançtaki Araplar tarafından batıyla bağlarını kurmuşlardır. Matbaalar dışarıdaydı. Gelen sadece incil ve dua kitapları dini yorumlara hasmetinden değildir. Pekala Arap tarihiyle, Arap medeniyetiyle ilgili eserler de çıkıyordu. Arabistan’ın hristiyanları, menşeileri, dilleri ve medeniyetleri bakımından Müslüman kardeşleriyle derin bir çatışma içinde değillerdi. Arap tarihinin ne olduğunu, İslam devrindeki Arap fütühatını, İslamiyet’in Arapça yorumunu yapanlar Georgi Zeydan, Butrus gibi önemli hristiyan münevverlerdir. Bunlar yeni bir ekol kurmuşlardır. Beyrut, İskenderiye ve Filistin gibi merkezlerde ortaya çıkmışlardır. 19.yy’da Paris menşeili “Alliance Israel” okulları gelene kadar ve tabi imparatorluk facia ile Rumeli’deki topraklarını kaybedene kadar Türk münevverlerin içinde ne hristiyan Arap tarihçi ne Georgi Zeydan bulunmaz. Ancak ondan sonradır ki, Türklüğün tarihi, Türk edebiyatı, Türk coğrafyası üzerinde yarı ciddi, yarı polemik dolu eserler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu son derece önemli bir gelişmedir. Bunun üzerinde durmalıyız.
Şüphesiz ki bir imparatorluğu yöneten ana unsurun milliyetçi parçalanmanın başını çekmesi beklenemez. O sadece, o devleti,o coğrafyayı muhafaza etmekle yükümlüdür. Bu nedenledir ki, Türk dilinin ve Türk tarihinin yeşerdiği coğrafyada bu işi yapacak olanlar daha çok Çarlık Rusyası’nın hükmüne geçmiş 16.yy’dan beri Volga boyundaki ve Kırım’daki ve 19.asırdan itibaren de Orta Asya’daki ve Kafkas’da, Azerbaycan’daki gibi münevverlerdir. O nedenledir ki 2.Meşrutiyet yıllarında bir düşünce, bir his halinde mevcut olan Türk ulusçuluğu teşilatlanmaya başlamıştır. Türk teşkilatlanması ve hatta muhassır örgütlenme bakımından çok çarpıcı örnekler vardır. Birkaç yıl içinde Türk Ocakları, Tuna boyundan Çin sınırlarına kadar her yere yayılmıştır. Yine 1880’lerde Bahçesaray’da bir okul olarak başlayan, yani Arap harfleriyle imlayı düzelterek hızlı okumayı öğretmeye başlayan Usul-i Cedid mektepleri İsmail Gaspıralı’nın 20 yıl içinde beş bine ulaşan bir sayıyla Tuna mansabından Çin sınırlarına kadar yayılmıştır. En çok okunan gazete “Tercüman” dır. Bizim tarihçiliğimizin yeterince dikkat sarfetmediği bu olaylar, zamanın Rus matbuatında ve siyasi idari çevrelerinde çok etki uyandırmıştır. Mesela herkesin bildiği gibi İstanbul’daki sefir Zinovyev, jöntürklerin siyasi saldırganlığıyla Gaspıralı okullarının yarattığı maarif reformu ki maarif reformu Rusya Türkleri ve müslümanları arasında Rus halkı arasından daha başarılı olarak yayılmıştı. Belki münevverlerimizin, ediplerimizin miktarı Ruslarınki oranında değildi ama okuma yazma oranı daha yüksekti, ürkütmekteydi. Bir panturanist, bir panislam gelişmeden daimi surette çekinilmekteydi.
İsrail’in kurulmasına kadar giden siyonist modern milliyetçi akımlar ise Osmanlı İmparatorluğu’nun içinden değil daha çok Avrupa Rusyası’ndan, Polonya’dan kaynaklanmıştır. Yahudilerin orada yaşadığı zor şartlar dolayısıyla Filistin topraklarına göç başlamış, bilhassa Theodore Herzl’in “Yahudi Devleti” adlı eserinden ve Fransa’daki antisemit Yahudi düşmanı aksiyon hareketinden sonra bu akım ve düşünce güçlenmiştir. Öyle ki 2.Abdülhamid döneminden itibaren Filistin topraklarında artık siyonist amaçlı yerleşmeler başlamaktadır. Bunların üzerinde de hassasiyetle durmak gerekir.
Şurası bir gerçek, Yunanlılık 14. yüzyıldan itibaren Türk hakimiyetindedir. İstanbul’un fethinden önce Mora Yarımadası daha önceden kuzey Yunanistan çoktan Türk hakimiyeti altındaydı ve tabii Anadolu’nun batı kesimleri. Bilhassa İstanbul’un fethinden sonra Yunanlı kolonilerin yani Helen unsurun, Osmanlı Devleti’yle ve devlet yapısıyla içiçe geçişi, Rum Ortodoks Patrikliğin imparatorlukta diğer ortodoks milletler üzerinde hakimiyet kurması daha doğrusu bu hakimiyetin onlara verilmesi dolayısıyla bir refah ve idarede katılmadan dolayı bir üstünlük göze çarpar. Çok kısa zamanda İtalya’da Cenova, Liurna giderek Roma ve bilhassa Venedik gibi yerlerde helen, Rum-ortodoks kolonilerin ortaya çıkması Girit’teki Venedik hakimiyeti, Kıbrıs’taki Venedik hakimiyeti dolayısıyla bu bölgelere kadar İtalya’nın taşınması, Osmanlı hakimiyeti döneminde Paris, Londra, Amsterdam ve Viyana gibi yerlerde Helen kolonilerin kiliselerini ve okullarını kurması, onların rönesans dünyasıyla yakın ilişkisini sağladı. Bilhassa Roma’da paplık nezdinde Bessarion gibi entellektüel bir Rum-Ortodoks adamının katolisisizme dönüşü ve kardinal tayin edilmesiyle bu bağlantılar kuvvetlenmiştir.
Yunanlılık Osmanlı İmparatoluğu’nda daha başlangıçtan Yunan milliyetçiliğini taşıyan bir unsurdur. Bu belki aydınlanmada Avrupa’nın yaptığı şekilde çok rafine ve çok şaşalı bir şekilde değilse de her zaman için Yunan milliyetçiliğinin imparatorluktaki ilk yeşeren ve modernleşen etnik milliyetçöilik olduğunu kabul etmek gerekir. Keza Slavlar üzerinde de Rusya’dan önce İtalyan rönesansının etkisi olmuştur. Machiavelli’nin Il Principe, Prens adlı eserindeki İtalyan irredantist motivasyonunun bilhassa İtalya’yla çok yakın ilişkisi olan di Browning gibi, Adriyatik sahillerindeki Hırvat şehirleri gibi bölgelerde etki yaptığı açıktır. Katolik Slavları, bu bölgenin Hırvatlar, İtalyan dünyasına, felsefesine, siyasetine çok yakındılar. Ve buralardan çıkan Yunar Kriyaniç gibi bir filozof, politika olarak Osmanlı Slavları’nın Polonya’nın önderliğinde bir irredantizme, bir kurtuluş hareketine gitmesini önermiştir. ve giderek bu fikirler Rusya’ya yönelmiştir. Büyük Petro’nun babasına sunulan lahiyada, Rusya’nın modernleşmesi, batılılaşması tavsiye ediliyor. Ancak bu sayade Rusya kuvvetlenecek ve Slavlar’ın hürriyete kavuşmalarında öncülük yapabilecektir. Hiç şüphesiz ki Osmanlı İmparatorluğu’nun bir imparatorluk olması, yani tabanın dini işlerini rahatça yürütebilmesi hatta bunun teşvik edilmesi, kendi okullarında ve kendi dilinde eğitim yapabilmesini teşvik etmesi, teşvik etmese bile göz yumması, bu işi kolaylaştırmıştır. Ne var ki Slav milletlerinin bu önündeki bu milli uyanışta bilhassa maarif hizmetindeki en önemli engel Türkler, Türk idaresi, Bab-ı Ali değildi. Onların dini işlerine, mali işlerine, maarif işlerine bakmakla yükümlü olan Rum-Ortodoks Patrikhanesi’ydi. Demin sözünü ettiğimiz Aprilov öncülüğünde gelişen Bulgar maarifi, bir yerde kilisede Bulgarca ibadeti bile sağlayamamakla mükellefti. Evet, ücra Bulgar köylerinde cahil papazların, Helen unsurun uğramadığı kiliselerde Bulgarca halen din diliydi.
Bulgar milli hareketi, kiliselerine özerklik istediği zaman en başta buna karşı çıkan sırf Fener değildi. Fener’i korumayı bir iş edinen, politika olarak takip eden, Rusya da onların tarafını tuttu. Ne var ki, gururu incinen ve ümitsizliğe kapılan, Ortodoks Bulgarlar, bu sefer Katolik Kilisesi’ne meylettiler. Roma, doğu katolikleri için ayrı bir statü tanıyordu, uniyat adı altında öyle ki, kilise dili resmi dil olacaktı Ermeni katoliklerde, Süryani katoliklerde, Kopt katoliklerde, Ukrayna Katolik Kilisesi’nde ve şimdi de Bulgarlar’da ve Makedonlar’da olduğu gibi. Hatta ruhanileri de yerel rahipler ve halk seçecek halkın temsilcileri, Katolik Kilisesi Roma da bunu tastik edecekti. Bu tatbik edilmiştir. Bulgar katolik Kilisesi de ortaya çıktıktan ve taraftar çekmeye başladıktan sonra – 1860’lar – Rusya hatasını anlamış, Fener’e karşı Bulgar kilisesinin özerkliğini desteklemiştir ve Rus-Türk savaşından evvel, Bulgar otonom kilisesi hayata geçmiştir. Hiç şüphesiz ki Bulgar maarifi, Bulgar Kilisesi’nin birarada yürüyüşü, yayın hayatının genişliği bunu gösterir. Bu bir imparatorlukta olur.
İlk Bulgar gazetesi süreli yayın organı nerede çıkmıştır? Ne bugünkü Bulgaristan’da ne de Avrupa’da, İzmir’de. İzmir’deki bir Bulgar tacir olan Fotinov, Lyuboslovie adlı sırf haber değil edebiyat, tarih ve ideolojiden söz eden gazetesini hayata çıkarmıştır. Arkadan Kristos Tapçlişte’nin ikinci bir gazeteyi çıkardığını biliyoruz. Osmanlı Devleti’nde Arap milliyetçiliği, daha çok Araplık etrafında cereyan etmiştir. Ve müslümanlığı Arap tarihine bağlayarak kendini ifade etmiştir. İster hristiyan Butrus EI-Bustani veya müslüman Abdurrahman Kavakibi gibi mütefekkirler olsun, isterse diğerleri. Araplık müslümanlığı bile milli motifleri içinde yorumlamaya başlamıştır, bilhassa hristiyan araplar, fakat üzerinde durdukları ne bir siyasi ayaklanmadır, ne de bir bağımsızlık hareketidir. Hilafetin Türkler’de değil Kureyş mensubu Araplar’da olmasını ileri sürmektedirler. Bilhassa bu son durum 2. Abdülhamit Devri Osmanlı idaresini son derece kızdırmıştır. O kadar ki padişahın emirleriyle maverdenin ahkamı saltanı adlı eseri veya hilafetin encamından bahseden modern Arapların kitaplarının toplatılıp hamam külhanında yaktırıldığı malumdur.
Pekala hakimiyetin korunması bakımından makul görülen bu hareketi 2.Meşrutiyet’ten sonra, 31 Mart Vakası’ndan sonra Abdülhamid’in hallinde onun aleyhinde bir delil olarak kullanılır. Fetva makamında ve makamı tarafından ileri sürüldüğü ve hal vakası tahttan indirlişin temellendirildiği bilinir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda siyonizm farklı bir yönde gelişmiştir. Theodor Herzl başkanlığındaki siyonistler yani modern milliyetçiler ilk başta sadece kültürel bir otonomi ve giderek bölgesel bir idari otonomi peşinde koşmuşlardır. Hatta bunun için Osmanlı Devleti’ne tamamıyla sadakat, mali zorlukları halletme ve borçları önleme teklifiyle padişaha çıkmışlardır. Hiç şüphesiz ki bu otonomi, özerklik talebi de reddedilmiştir ama gelen siyonistlerin de bir kısmı yerleşme izni alamasa da yerleşme de başlamıştır. İlk önce bugünkü Hayfa civarında yani o zaman Beyrut vilayetine tabi olan bölgelerde satın alınan çiftliklerde koloniler kurulmaya başlamıştır ve bu kolonilerde etrafa verilen hizmetle sulhçu bir yerleşme imkanı aranmıştır. Şunun üzerinde açıkça durmalıyız, bu başka bir gelişmeye öncülük edebilir miydi?
Birinci Cihan Harbi ki, bu tip yerleşmelerde İngilizlerle işbirliğine sebep olmuş ve İngiltere’nin bölgedeki ilerlemesiyle de bir Yahudi devletinin kurulması Lord Balfour’un deklarasyonuyla ortaya çıkmıştır. Hiç şüphesiz ki Filistin’de Yahudiliğin ve siyonizmin yerleşmesi doğrudan doğruya ikinci harp öncesi ve sırasındaki Nazi Holocaustuyla ilgilidir. Zaruri göç ve yerleşmeyle o bölgede bir nüfus artışı ve kuvvetlenme göz önünde bulunmuştur.
Kala kala Arnavutluk kaldı. Arnavut milliyetçiliği var ama o milliyetçiliğin aynı zamanda Türk milliyetçisi olduğunu görürsünüz. Şemseddin Sami gibi mütefekkir ve alim bir Arnavut Fraşeri hanedanından eserlerinde Arnavut milliyetçiliği kadar Türk milliyetçiliği yatar. Arnavutlara ilk tiyatro eserlerini ve Türklere ilk romanı, Arnavutlara ilk grameri Türklere bir imla ıslahatı ve Arnavutlara da Latin harflerini o getirmiştir. Hiçbir zaman imparatorluğun parçalanması Arnavutluk’un istiklali şöyle dursun bu imparatorluğun kuvvetli olmasını istemiştir ve bunu da garip bir şekilde Türk milliyetçiliğiyle yapmıştır.
Milliyetçilik Osmanlı düzeninin yıkılması demektir ve o düzenin bir daha tesisi mümkün değildir. Bahsettiğimiz millet sistemi, dini kompartmana dayalı millet sistemi de etnik aidiyetin kuvvetlenmesiyle ön planda Balkanlarda fire vermiştir ve bu kaçınılmazdır çünkü Osmanlılık klasik bir imparatorluk yapısının yeniçağlarda Avrupa topraklarında yaşaması demektir. Bunu büyük bir başarıyla birkaç asır yürütmüşse de kaçınılmaz akıbet gelmiştir.
-o -
Osmanlı Padişahı
Fatih doğu ve batı dillerine hakimdi. Kanuni bir kuyumcu, IV. Murad ressam ve müzisyen, II. Abdülhamid usta bir marangozdu. Abdülaziz şark ve garp musikisinde eserler bestelemişti
Osmanlı padişahının unvanı dahi ilginçtir; dünya onu "sultan" olarak bilir. Bu daha 11'inci asırda Bağdat'ı fetheden Selçuklu hükümdarlarının, Abbasi hükümdarını "halife" olarak yerinde bırakmaları ve kendilerini dünyevi hükümdar, adeta bir Kaiser diye ilan etmelerinin neticesidir.
Sultan unvanı bütün İslam tarihinde en yerinde bir unvan olarak Türkler tarafından kullanılmıştır. Osmanlı sultanları 13'üncü asırdan beri hiç fire vermeden aynı soydan çıkmaktadır. Kendisine rakip hanedanlardan bahsedilmesine rağmen, kaç padişah tahttan indirilmişse de bunlardan IV. Mustafa hariç hiçbirine siyaset cezası tatbik edilmemiş ve Osmanlı'nın tahtına gene bir Osmanlı oturmuştur.
Osmanlı hanedanı üyeliği silsile halinde babadan oğullara geçer. Kız çocuklar padişahın veya padişahın oğullarının kızı ise "sultan" unvanını alır ama onların çocukları ne sultan ne de şehzade unvanını alır ve hanedan üyesi sayılmazlar. Dünyada Fransızlar ve bazı Alman hanedanları için geçerli olan bu kural, Osmanlı sülalesinde katiyetle tatbik edilir. Buna karşılık başlangıçta diğer Anadolu beylikleri, Bizans imparatorluk hanedanı ve Balkanlı prenseslerle evlilik yapan Osmanoğulları, Kanuni'den itibaren akıllı olmaları kaçınılmaz ve güzellikleri şüphe götürmez, Harem'de yetiştirilen kızlarla evlenmeye başlamışlar ve "mavi kanlı" prenses geleneği böylece sona ermiştir.
Veraset sistemi
Haremde kadın entrikası Osmanlı tarihinin aşağı yukarı bir asrını kapsar. Bu çok zeki kadınların içinde Hürrem Sultan gibi Türkçeyi şiir yazacak derecede öğrenenler, Kösem Sultan gibi çocuk padişahlar döneminin naibeliği ile ün salanlar ve Hatice Turhan Sultan gibi valide sultanların devlet işlerine karışma geleneğine kendisi son verenler vardır.
Osmanlı veraset geleneği Fransa'da Bourbon'larda olduğu veya Habsburg'lardaki gibi oturmuş değildir. Ama bu saydığım hanedanlarda da veraset sistemi çok erken oturmuş değildi. Mesela Rus çarlarının hayatı taht kavgasının endişeleri içinde geçerdi.
Osmanlı veraset sisteminin tarihteki diğer hanedanlara göre çok üstünlükle tatbik ettiği bir kural vardı; padişah oğullarının memleketin belirli sancaklarına vali olarak gönderilmeleri. Bu bir imtihandı; şehzadenin yöneticiliği, kumanda kabiliyeti, devlet merkezi ve devlet adamlarıyla olan ilişkileri onun için bir imtihandı. Ve ekseri halde ölen padişahın yerine hangi sancaktaki şehzadenin çağrılacağı merkezdeki devlet adamlarının kararına bağlıydı.
Cem Sultan ve II. Bayezid çatışmasından sonra devlet adamları bu konuda daha kararlı ve atik davrandılar. Bu arada tahta çıkan şehzadenin kardeşlerini katletmesi gibi olaylar görüldü. III. Murad ve III. Mehmed devrinde en kanlı biçimiyle patlayan bu olaylar, maalesef
I. Ahmed devrinde yeni veraset sistemiyle kısmen önlenmişse de sancak şehzadeliğinin kaldırılıp şehzadelerin Harem'de yetişmelerine neden olmuştur.
Aşağı yukarı II. Meşrutiyet yıllarına kadar yani şehzadelerin Galatasaray'da, Harbiye'de veya Viyana, Potsdam Harp Akademileri'nde yetiştiği yıllara kadar Osmanlı şehzadelerine seçkin eğitim verilememiştir. Buna karşılık irsiyetten olacak, sarayda büyüyen IV. Murad genç yaşındaki ölümüne kadar 17'nci asrın en büyük mareşali unvanını hak edecek askeri başarılar göstermiştir.
Meslek sahibiydiler
Osmanlı sultanlarının II. Selim'den itibaren annelerinin şeceresi iyi tutulmamıştır. 19'uncu yüzyılda daha çok sarayla akraba olmaktan onur duyan Çerkes, Abhaza beylerinin saraya takdim edilen kızlarının kimliklerini iyi tanımamıza rağmen 17 ve 18'inci yüzyılların valide sultan ve hasekilerinin kimliklerini iyi tanımıyoruz. Hatta 16'ncı asırda da "Bafo" denilen asil Venedikli aileye mensup sultanın, III. Murad'ın eşi Safiye Sultan mı yoksa II. Selim'in eşi Nurbanu Sultan mı olduğu tartışılmaktadır. Bu nedenle iyi niyetli spekülasyonlar kadar Ali Kemal Meram'ın "Padişah Anaları" adlı eserindeki görünen tipten uydurmalara da rastlanır.
Osmanlı padişahlarının her birinin bir mesleği vardır. İçlerinde Fatih gibi doğu ve batı dillerine hakim Rönesans senyörleri, Kanuni Sultan Süleyman gibi mareşalliğin yanında kuyumcu, III. Murad gibi divan sahibi ve şair ve adeta kumaş uzmanı, IV. Murad gibi sporculuğun ve silahşorluğun yanında musiki ve şiirdeki ince zevki hayret uyandıran tarihi porteler vardır.
Sultan Abdülaziz kuzu ziyafeti ve pehlivanlık hikayeleri gibi yavanlıklarla tanıtıldığı halde, aslında garp ve şark musikisinde eserler bestelemiş, ressam bir padişahtır. IV. Murad ressam ve müzisyen, II. Abdülhamid dahi bir marangoz, Şehzade Seyfettin Efendi de ince bir musikişinas ve zor bir iş olan minare mahyaları düzenlemekte mahir bir kimsedir.
Hanedan sürgüne gittikten sonra bazı şehzadeler, Budapeşte ve Bükreş'te keman çalarak geçimlerini sağlayacak kadar marifet sahibiydiler. Bu da Osmanlı hanedan üyelerinin diğerlerine göre ayırt edici bir vasfıydı. Osmanlı İmparatorluğu 600 yılı kolay yaşamadı. Bu tarihi gerek vatandaş gerek tarihçi olarak değerlendirmek de kolay değildir. Bu yüzden ucuzcu ve toptancı hükümlerden kaçınılmalıdır Osmanlı padişahının meşruiyeti yani hakimiyetinin kaynağı Allah'tan gelir. Bu, bütün hükümdarlar için böyledir. Hakimiyetini milletten alan, yani Fransızların imparatoru (Napolyon Bonaparte veya III. Napolyon) ya da Belçikalıların kralı gibi vatandaş hakimiyetine dayanan hükümdarlık ihtilaller çağı olan 19'uncu yüzyıla ait bir keyfiyettir.
Başlangıçta Yunanistan kralını da "Helenlerin kralı" unvanı ile donatmak istediklerinde, Devlet-i Aliyye yani padişah ve Bab-ı Ali bizim topraklarımızdaki Helenlerin hükümdarı değilsiniz deyip bu unvanın kullanılmasını kabul etmedi ve başka ülkelerden de destek gördü. Dolayısıyla Yunan hükümdarı, "Yunanistan Kralı" unvanını kullandı.
Osmanlı padişahları Osmanlı mülkünün sahibiydiler ama hiçbir zaman bir avuç toprağı kızını evlendirirken karşı tarafa çeyiz diye vermediler. Zaten yabancı hanedanlarla, hatta yerli hanedanlarla kız alıp verme usulü erkenden terk edildi ve yerleşemedi. Bu gibi evliliklerle doğan akrabalıklar hanedan tarafından Osmanlı hakimiyeti için tehlikeli görülmüştür.
17-18'inci yüzyıllarda en yaşlı (kıdemli) erkek hanedan üyesinin tahta çıkması, yani senioritas usulü 19'uncu yüzyılda hem hanedanın bazı üyelerinin hem de Bab-ı Ali'nin canını sıkmaya başlamıştı; ne de olsa padişahın uzayan ömrü dolayısıyla ortada dolaşan yaşlı bir veliaht prensi kimse görmek istemiyordu.
Hayranlık uyandırdılar
Ne var ki, ya Sultan Abdülmecid ya da Sultan Abdülaziz'in soyundan yaşlı prensler taht adayı olarak bulunuyordu. Doğrusu büyük evlat (primogenituras) sistemine geçildiğinde sadece bu iki hükümdarın soyundan gelen hanedan üyeleri arasında münaferet ve çekişme artıyordu. Bu nedenle saltanat sırasının kimler tarafından kazanılıp kimler tarafından kaybedileceği münakaşası yükselince veliaht konumunda olan, Sultan Abdülaziz'in oğlu Yusuf İzzeddin Efendi, Şeyhülislam'a "Şeriat, veliahtlık ve taht sırasını bize vermiş. Veliahtın hukuku ne olacak?" diye sorunca, Şeyhülislam Efendi "Şeriatta veliahd-ı saltanat diye bir makam yoktur ki hukuku olsun" diye cevap vermiştir.
Meriç Nehri ile Fırat'ın nerede birleştiklerini soracak kadar coğrafyadan bihaber ihtiyar şehzadeler vardı ama Sultan V. Murad gibi veliahtlığı sırasındaki gezide İngiltere ve Fransa saraylarını kendine gıpta ettirecek kadar müzik, sanat bilgisine, dansa ve yabancı dillere sahip olan da vardı. Aynı Avrupa gezisinde Sultan Abdülaziz, İngiltere'ye ayak bastığında kendi bestesi olan marşla karşılandı. Tevazuundan dolayı en eğitimsiz görünen Sultan Reşad bile Bohupal Maharanası (eşi) İstanbul'a geldiğinde onunla Farsça konuşmuştur. Okuduğu "Mesnevi" dolayısıyla Farsçayı öğrenmiştir.
19'uncu yüzyılda bile, hele II. Meşrutiyet'ten sonra Galatasaray ve Harp Okulu gibi okullarda okuduktan sonra Alman kayzeri ile yapılan subay mübadelesinden dolayı Potsdam'da askeri akademide okuyan Ömer Faruk Efendi gibi şehzadeler vardı. Bunlar modern subaylardı.
Prenseslerin yani sultan hanımların eğitimi yeterliydi. Kabiliyetli olanların içinde Sultan Abdülmecid'in kızı Adile Sultan gibi yabancı dil bilen, tasavvufla ilgilenenler de vardı ama bilhassa sürgün yıllarında Osmanlı prensesleri çok iyi yetişmiş ve Avrupa'daki çevrelerde bile hayranlık uyandırmışlardır.
II. Meşrutiyet'in oynadığı rol II. Meşrutiyet'te Osmanlı hükümdarının yetkileri son derece kısıldı. Hatta mütarekede VI. Mehmed Vahideddin bile tayin ettiği hükümetin icraatını yeterince kontrol edememiştir. Bu durum Ankara'daki milli hükümetin bazen işine yaramış, padişahın inanılmaz bir hata sonucu tayin ettiği Damat Ferit Paşa'nın icraatı da bir basiretsizlik ve utanmazlık örneği olmuştur.
Daha da ilginci, o kabinede son Osmanlı asrının yetiştirdiği Mehmed Ziyaeddin Bey, Ekrem Reşit Bey gibi son derece değerli bürokratlar da nazır olarak bulunuyordu. II. Meşrutiyet yıllarındaki Osmanlı hükümdarları Alman kayzerinden, Avusturya imparatorundan, hatta İngiltere hükümdarından dahi daha az yetkili, daha doğrusu anayasal yetkileri bile az kullandırılan bir hükümdardı. Tahttan indirilmek gibi zor bir durumu son Osmanlı hükümdarı da tattı. Altı asır boyu II. Bayezid, II. Osman,I. Mustafa, I. İbrahim, oğlu IV. Mehmed, onun oğulları II. Mustafa ve III. Ahmed gibi hükümdarlar bu acıyı tattılar. Tanzimat Devri'nin arifesinde III. Selim ve IV. Mustafa üstelik katledildi.
Bu 19'uncu asır başlangıcıdır. Ardından asrın ikinci yarısında Sultan Abdülaziz aynı kara talihe çarptı. OnuV. Murad ve II. Abdülhamid ha'l edilerek yani tahttan indirilerek izlediler. Ha'l edilmek hukuken mümkündür ve Osmanlı hükümdarları onu da soğukkanlılıkla karşıladılar. Altı asır kolay yaşanmadı, tarihçi ve vatandaş olarak tarihimizi değerlendirmek de kolay değildir. Ucuzcu ve toptancı hükümlerden kaçınılmalıdır
- o -
Kültür adamı III. Selim’i anıyoruz
Sultan III. Selim 24 Aralık 1761’de doğdu. 1774 Ocak’ında ilimlere ve sanatlara aşık olan babası III. Mustafa uzun süren bir harbin getirdiği yenilginin kahrından öldü. Rusya’nın Suvorof’tan sonra karşımıza çıkan Rumyansef gibi bir generali Küçük Kaynarca Antlaşması’na doğru giden gelişmeleri başlatmıştı. Doğrusu, 18’inci yüzyılda Rusya ve Avusturya’nın karşısında karada yer yer gerilemeler, zaman zaman da direniş ve mevzii zaferlerle imparatorluk tutunabiliyordu.
Osmanlı 1699 Karlofça Barışı’ndan beri askeri teknolojisini Avrupa standartlarında yenilemeye başlamıştı. Topçuluk düzeni, süvari kuvvetleri yenileniyordu. Askeri modernleşme tamamlanmış değildi, ama kısmi neticesi de görülüyordu. 1768’de
Polonya’nın işlerine Rusya’nın karışmasından dolayı Osmanlı Rusya’ya harp ilan etmişti.
Bu savaşın en kötü olayı 1770 Temmuz’unda donanmamızın Çeşme Körfezi’nde Rus donanması tarafından ablukaya alınıp yakılması olur. Çeşme Faciası’nın tek önemli olayı Cezayirli Hasan Paşa’nın kendi komutasındaki gemileri kurtarması ve Limni Adası civarında Rus donanmasını püskürtüp boğazları müdafaaya almasıdır. Cezayirli Hasan Paşa bu olaydan sonra kaptanıderya tayin edildi ve donanmada da ilk reformlara başlandı.
Osmanlı klasiklerini okudu
III.Selim’in mahzun bir veliahtlık dönemi vardı. Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmak için her şeyi planlamaya başladı ve galiba aydın bürokrasinin her şeyi gerçekleştirebileceğini düşündü. Nizam-ı Cedid takımının adı büyük kendileri kifayetsizdi ve galiba birkaç akıllı adamı da öbürküler saf dışı etti.
Sınıf tırmanan insanlar bazen mucizeler yaratır, bazen de adamakıllı çığrından çıkarlar. At sahibine göre kişner. III. Selim Han etrafını dizginleyen bir lider olamadı. Büyük Petro başta Prens Mençikof dahil bütün adamlarını sopadan geçirirdi. II. Mahmut Han ise o kadar zahmete ihtiyaç duymaz, cellada teslim ederdi. Reform devrine şiddet lazımdır.
Uzun veliahtlığı sırasında amcası I. Abdülhamid yumuşak karakterli, müstebit olmaktan uzak biriydi. Cariyesine yalvaran aşk mektupları yazan tek hükümdar odur. Böyle mutedil karakterli bir padişahtan ileride II. Mahmud gibi bir şedid acımasız oğlunun çıkması ilginçtir. III. Selim aydın bir veliahtlık dönemini yaşadı. Musikide memleketin en sevilen bestekarıydı ve bizzat kuzeni II. Mahmud’u da çok etkiledi. Ama II. Mahmud ne kadar göz dolduran bir hattatsa, III. Selim o derece de kötü yazısı olan bir hükümdardı.
Osmanlı klasik eserlerini okudu, politika ilmine merak sardı, politika ilmini öğrenmek için safdil bir gayretle Fransa Kralı XVI. Louis ile dahi mektuplaştı. Hükümdarın bilgisi dışındaki bu mektuplaşma o zaman ağır bir suçtu. Nitekim III. Selim’den 70 yıl önce böyle bir fiilde bulunan Rusya veliahdı Aleksi Petrovic, babası Büyük Petro’nun gözünün önünde işkenceyle öldürülmüştür. I. Abdülhamid ise iyi bir insandı, yeğenine kıymayı bile düşünmedi. Bu fiili bir ihtarla men etti.
III. Selim, 7 Nisan 1789’da tahta geçti; Buzu bozgunundan sonra Rusya Tuna’nın kuzeyinde ilerlemeye başladı. General Suvarof, İsmail Kalesi’nin kuşatmasını inatla sürdürdü ve ani bir hücumla aldı. Padişah böyle bir ortamda tahta çıkmıştı ve kararını uyguladı; Nizam-ı Cedid teşkilatını kurdu, muhteşem bir eser olan Selimiye Kışlası’nı inşa ettirdi. Bu kışla bugün de Birinci Ordu merkezidir. Türkiye’de askerliğin ve askeri ihtiyaçların ne kadar önde geldiğini gösterir. Bu nedenle emekli ordu komutanlarını sivil polislere kolundan sürükletmek tarihi realite ve geleceğimizin inşasına tamamen ters, akıl dışı davranışlardır.
Halk, Nizam-ı Cedid askerinin talimi, mühimmatın alımı, yeni dökümhaneler ve silah imalathanelerinin kurulması için konan aşırı vergilere her zaman olduğu gibi tepki gösterdi. Ama fitneyi üreten kesimler daha da gürültücüydü. Nitekim dönemin popüler tarih yazarı Yayla İmamızade risalesinde bu gibi provokatörleri; “Nizam-ı Cedid’in karşısında laf söylemeyi kâr bilen bir alay taharetini bilmez”ler diye ifade eder.
Bir müddet sonra Rumeli Kavağı’nın muhafızı olan Laz uşakları başlarında zabitleri ile şehre yürüdüler. III. Selim tahttan indirildi, Kabakçı Mustafa ve hempaları amcası oğlu şehzade Mustafa’yı IV. Mustafa olarak tahtta çıkardılar. Osmanlı tarihinin en karışık bir yılı geçti. Kabakçı Mustafa ve hempaları arasında Aygır İmam diye bir tip de vardı. Sahanda üç okka pastırma üzerine 40 yumurta kırmış, yedikten sonra çatlayarak ölmüştü.
Kısa zamanda Hareket Ordusu’ndan 100 sene evvelki benzerlik tekrarlandı. Rusçuk ayanı yani o bölgeyi idare ve savunmadan sorumlu Alemdar Mustafa Paşa kendisine başlı diğer Rumeli ayanları ile başkente geldi. Rumeli III. Selim’i istiyordu. Saraya saldırdılar.
200 yıl önce katledildi
IV. Mustafa 28 Temmuz 1808 günü yani bundan 200 sene evvel sanatkar padişahı en adi bir biçimde katlettirdi. Şehzade Mahmud’u da takip etmeye başladılar ama onu Cevri Kalfa başta olmak üzere saray kadınları katillerin elinden kurtardı. Hanedanın son erkeğini kurtarmak için Cevri Kalfa kendini öne atmıştır, tabii ki unutulmadı. Şehirde Cevri Kalfa okulu, çeşmesi, camii var ve Valide Nakşidil Sultan’ın türbesinde, onun yanıbaşında gömülü.
Alemdar Mustafa Paşa yeniçerilerin ayaklanmasında Sadaret konağının barut deposunu uçurarak helak oldu. Dedikodulara göre II. Mahmud kimseye borçlu kalmak istemedi ve bu katliama göz yumdu ama ondan sonra aslan kesildi. Vaka-i Hayriye dediğimiz yeniçeri katliamı başlamıştı.
Bir asır önce Rusya’da Büyük Petro’nun tüfekçi askerini katletmesi gibi bir olay ama dahi tarihçi Cevdet Paşa’ya sorarsanız; “Büyük Petro’nun strelitzleri ortadan kaldırması Rusya’nın sırtından bir uru kazımak gibidir. Halbuki yeniçeri devleti aliyenin yüreğinde bir seratan, yani kanserdi; onun kazımasıyla çok şeyi değiştirmek gerekti.”
Bu hafta Topkapı Sarayı’nda Sultan III. Selim Han’ı, katledildiği temmuz ayının başında mütevazı bir bilimsel seminer ve bir konserle anacağız. Ne olursa olsun müşfik bir reformatördü ve 18’inci yüzyılın renkli bir Osmanlı kültür adamıydı.
- o -
Osmanlı Sadrazamları
Sadrazamlık 17’nci yüzyıldan beri bugün İstanbul Valiliği binasının bulunduğu yerde bir konakta faaliyet gösterirdi. O vakte kadar sadrazamların konakları bile şahsiydi. Maiyetindeki memurların çok azı; yani nişancı, reisülküttab gibileri devletin merkez bürokrasisinin vazifelileriydi.
Burada vazife kelimesi maaş anlamındadır, diğerleri veziriazamın kapıkulu halkıydı. Sadrazamın, Anadolu ve Rumeli’deki muhteşem haslarından gelen gelir, bundan başka padişah atiyyesi birtakım tahsisat ve şuna dikkat edelim pişkeş denen, bir yere tayin edilenlerin kendisine verdiği resmi hediyelerden oluşan geniş bir geliri vardı ki; maiyetini buradan beslerdi.
19’uncu asırda bile büyük valilerin birtakım memurları bu statüdeydi. Merkez bürokrasisinin kuvvetlenmesi, anonim bir kimlik kazanması Tanzimat ve II. Abdülhamid devirlerine ait gelişmedir ve II. Meşrutiyet devrinde kuvvetli Maliye Nazırı Mehmet Cavid bey sayesinde ilmi bir bütçe ve barem kanununun çıkarılmasıyla, memuriyet paşaların değil, devletin rüknü haline getirilmiştir.
Osmanlı sadrazamları üzerinde bizim yarı aydın çevrelerimizde çok farklı değerlendirmeler dolaşır. Bunlardan bir tanesi sadrazamların padişahın emir kulu olduğu ve yolsuzluk yaptığıdır. Şu kadarını söyleyelim, başbakansız hükümdar olmaz. Ne 14. Louis’yi ne Kraliçe I. Elizabeth’i hele Victoria’yı ne de büyük Napolyon’u başbakansız düşünebilirsiniz.
Servetini askerlere maaş diye dağıttı
Fatih Sultan Mehmet vezirleriyle vardır, aynı keyfiyet onlara çok sert davranan Yavuz Sultan Selim için de söz konusudur. Hele Kanuni Sultan Süleyman vezirlerine vezir olmayı öğreten ve onlardan kudretli yardımcılar yaratan bir hükümdardır. Osmanlı tarihinin en uzun süre iş gören sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa bu sürecin bir ürünüdür.
Bu başvezirlerin özelliği mührünü aldıkları padişah adına fevkalade yetkili ve ani karar verebilen baş görevliler olmalarıdır. Hele sefer esnasında Serdar-ı Ekrem unvanını alan başvezir tuğralı boş kağıtlara padişah adına ferman yazdırabilir. Sulhta dahi memleketin bir ucundan bir ucuna asayiş için askerleri, inşaatlar için işgücünü sevkedebilir. Cezalandırma yetkisi padişahınkine yakındır. Tabii bu ağır bir mesuliyet getirir; yalan söylediği ve ihanet içinde olduğuna kanaat getirenin boynu vurulur.
Osmanzade Ahmed Ta’ib’in “Hadikat’ül Vüzera / Vezirlerin Bahçesi” adlı, sadrazamların hayat hikayelerini anlatan klasik eseri üzerinde istatistik çalışma yapan öğrencim, İçişleri Bakanlığı mensuplarından Sait Aşkın bilhassa devşirme paşaların yarıya yakınının azil, yüzde 20 kadarının siyaseten katlle görevlerinin sona erdiğini; fakat ilginçtir ki mesela Abaza kökenli başvezirlerin yüzde 20’sinin muharebelerde şehit düştüğünü, yüzde 5’inin sefer sırasında öldüğünü ortaya koymuştur. Osmanlı veziriazamları içinde Özdemiroğlu Osman Paşa gibi şahsi servetini Tebriz’i kuşatan askere maaş diye dağıtan da vardır. Hiç kuşkusuz böylesinin yanında rüşvet yiyenler de... Siyaseten katl ve müsadere gibi iki adet Osmanlı devletinde ancak Tanzimat asrında ortadan kalktı. Bu devirde önde gelen devlet adamlarının maaşları ve imkanlarıyla geçinmelerinde bürokrasinin kurduğu kontrol sisteminin ardında, her şeyden önce uzun bir denetim geleneği yatar. Unutmayalım, bütün Avrupa’nın hayran olduğu Mustafa Reşit Paşa ve Mehmet Emin Ali Paşa gibi devlet adamlarının konakları vazgeçin Avusturya ve Rusya’daki meslektaşlarının saraylarıyla boy ölçüşmeyi, Mısır’daki zenginliklerle bile yarışamazdı. İstanbul’da ayakta kalan sadrazam konağı pek azdır ve doğrusunu isterseniz nadir numunelere baktığımızda da ayakta kalabilecek olanı da yoktur.
Askeri bir imparatorlukta her şeyden önemlisi askeri masraflardı. Türkiye tüketimi devlet adamı lüksünü 1980’lerden sonra tanıdı.
Sadrazamlık makamında sadece dokuz gün kaldı Osmanlı sadrazamları içinde Lala Mehmet Paşa gibi şirpençe denen menhus hastalıktan ölene kadar sadece dokuz gün, evet sadece dokuz gün sadrazam olanlar olduğu gibi, Koca Sinan Paşa gibi beş kere sadaret makamına azledilip dönen veya Sokullu gibi Kanuni’den itibaren üç padişaha sadrazamlık yapan ve muhtemelen tertipli bir suikastla iktidarına son verilenler hep bir aradadır. Devletin ilk 150 yılında Türkler sadrazam olmuştur, bunların yüzde 60 kadarı ilmiye sınıfından geliyordu, sonraki iki asır boyu, 17’nci yüzyıla kadar askerler ve devşirmeler hakim olmuştur. Fakat sadrazamların, maliyeciler yani defterdarlara ve bilhassa imparatorluk kadastrosunu ve arazi sistemini denetiminde tutan nişancılara söz geçirebildiklerini söylemek mümkün değildir. Çünkü sistem eski İran’da, İslam imparatorluklarında ve Bizans’ta da böyle işlerdi ve doğrusu da buydu. 19’uncu yüzyıla gelene kadar Enderun’dan yetişme çok bilgili, Osmanlı kültürünü musikisi, edebiyatı, hatta sporuyla sindirmiş Sokullu Mehmet Paşa, Ferhat Paşa, Cağalazade Sinan Paşa gibi (Bu sonuncusu bir İtalyan soylusu Kont Cigalo’nun soyundan geliyor) devletluların yanında, yeniçeri ocağından gelenler içinde daha çok muharebe ve beden eğitimi ile yetişmiş okuması yazması olmayan Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Köprülü Mehmet Paşa gibi ünlü vezirler de vardı. Bunların başarıları öbürlerinden aşağı kalmazdı. Ve bu vezirlerin hepsi Müslümanlığı, Türk dilini ve kimliğini benimsemişti.
Ananeye mutlaka dikkat edilmeli Yukarda Osmanlı sadrazamları içinde önemli sayıda vezirin savaşlarda şehit düştüğünü bildirmiştik; geniş biyografik bilgisiyle bu gibi portreleri vurgulayan Yılmaz Öztuna; IV. Murad Han’ın Bağdat seferi sırasında surların önünde şehit düşen Tayyar Mehmet Paşa’yı ve aynı bölgede daha önceden Bağdat muhafazasındayken İran Safevilerinin hücumu sırasında şehri savunurken şehit düşen babası Uçar Mehmet Paşa’yı zikrediyor. 18’inci yüzyıl savaşları alim sadrazam Fazıl Mustafa Paşa ve şehit Ali Paşa gibi askerleri tanımıştır. Babıali denen binada Osmanlı Sadareti, Hariciye nezareti ile iç içedir çünkü müşterek mesai söz konusudur. Bu diplomasiyi de aşar, devletin bazı mahrem işlerini de kapsardı. Cumhuriyet döneminde de çok uzun zamanlar Hariciye müsteşarı olan büyükelçiler birçok konuda başbakanlara gerçek anlamda müsteşarlık yapmıştır. Ankara’da iki bina her zaman iç içeydi. Kim ne derse desin Turgut Özal’dan başlayarak başbakanlar, Dışişleri Bakanlığı mensuplarını itelemeye çalıştılar ama her seferinde onlara daha çok sarılmak zorunda kaldılar. Türkiye eski bir devlettir; bu devleti yapan tarih ve gelenektir. Ondan vazgeçilemez ve başarılı olmak için ananeye dikkat etmek gerekir.
Osmanlı sadrazamları hiçbir zaman idare edilen halkla muhatap olmak, onlara hesap vermek durumunda değildi. Parlamentoda hükümet ancak II. Meşrutiyet’ten sonra güvenoyu vermiştir. Bu nedenle kitle karşısında konuşmak ve bunun getirdiği belagat 1946’ya kadar söz konusu değildi. Güzel konuşan başvekillerimiz dahil; mesela uzun parlamento ve kabine geleneği olan Britanya’nın aksine kitleyle temasta ve demeçlerde, daima üslup ve muhtevada ölçüyü kaçırmışlardır. Hiç şüphesiz ki kitleyle bu tip bir ilişki daha uzun zaman ister ve mutlaka partilerde özel bir eğitim gerektirir.
YAZARDAN
Hiçbir oyunumda tarihten yola çıkmadım ben. Günümüzden yola çıktım. Günümüz olaylarıyla, kişileriyle, sorunlarıyla bir çağrışım uyandırdığı anda tarihe yöneldim. (…) Benim zaman içindeki çevrem, Kanuni Sultan Süleymanlara, simavnalı Şeyh Bedrettinlere, Gılgameşlere dek uzanıyordu. Ama insan aynı insandı. Onların kaygıları, düşünceleri, sorunları, yazgıları…
Çok yanlış olarak tarihsel konulu oyunlar tarihle karıştırılır. Oysa tarih şaşmaz biçimde nesnel, oyun şaşmaz biçimde özneldir. Bir oyun yazarıyla, bir tarihçinin olaylara bakış açıları başkadır, yöntemleri başkadır. Amaçları başkadır. Başka başka bireşimlere gitmeleri doğaldır, olağandır, hatta kaçınılmazdır.
…sanatçı bir şeyleri çözümlemek için yazmaz. (…) Sanatçı sergiler, düşündürür, yorumlamayı da seyir işine ya da okuyucusuna bırakır. Doğru çözüm sonradan doğru yorumlayanlardan gelir. *
*: Orhan Asena’nın söyleşi ve yazılarından alıntılanmıştır.
Kaynak: Nutku, Hülya-CUMHURİYETİN 75. YILINDA BİR YAZAR: ORHAN ASENA-T.C Kültür Bakanlığı Yay.
Haz: Andaç, Feridun-AYDINLANMANIN IŞIĞINDA SANAT İNSANLARIMIZ IV- Papirüs Yay.